Olaylar hızlı akıyor. Güncel akış üzerinde odaklanıyoruz. Çoğu zaman sebeplere inemiyoruz. Olaylar arasındaki benzerlik ve farklılıkları kaçırıyoruz. Tanım ve tespitlerimiz, bu yüzden eksik kalabiliyor.
PKK'nin 1984'teki ilk eyleminin üzerinden 31 küsur yıl geçti. Bu süre içinde çoğu sivil, on binlerce insan hayatını kaybetti. Yüz binlerce insan, köyünü, kasabasını terk etti. On binlerce insan, cezaevlerine girdi.
Netice, çoğu zaman kritik konumlarının Türk solundan şahıslara teslim edildiği bölge belediyelerinin PKK'nin siyasi uzantısı partilerin eline geçmesidir. Ki 12 Eylül'den önce böyle ağır bir çatışma süreci yaşanmadan da Mehdi Zana Diyarbakır'a belediye başkanı olmuştu.
Bu belediyelerin imkanlarından dün, kimi emlakçi, müteahhit gibi rantçılar, ANAP, SHP üyesi olarak yararlanıyordu; bugün DBP üyesi olarak yararlanıyor. Asıl yiyiciler, yerinde duruyor. Değişenler, Türk solundan bölgeye yerleştirilen ortaklardır.
Aslında bugün DBP adına belediye imkânlarından yararlanan yerli isimlerin de önemli bir kesimi de dünün CHP, AP (Adalet Partisi), ANAP, DYP (Doğru Yol Partisi) gibi partilerde devletin imkânlarından yararlanan ailelerdendir. Yoksul kesimler, dün belediyelerin rantından yararlanmadıkları gibi PKK'nin siyasi uzantısı partilerde de yararlanamıyorlar.
Basit bir kâr-zarar hesabı yapılırsa PKK, Kürtlere 31 küsur yılda çok şey kaybettirdi, çok bedel ödettirdi, bir şey kazandırmadı. Örgüt, buna rağmen çatışmaları hem de daha da ağır tahribatlara yol açacak şekilde sürdürme eğilimindedir.
Bu tutum devam eder ve Kürt halkı da buna karşı çıkmazsa Kürtler 1980 sonrası Türkiye'sinde “sürekli çatışanlar” kadrosunda yer alacak. “Sürekli çatışanlar” diye bir kadro mu olur? Ne yazık ki bu memleketin tarihinde Aleviler tarafından işgal edilen adeta böyle bir kadro vardır.
Osmanlı'nın Kürt ve Alevîler ile ilişkisi, 1514'te Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında yaşanan Çaldıran Savaşı sonrasında şekillendi.
Bu savaşta, Aleviler'in başlarındaki kırmızı sarıklardan dolayı “Kızılbaşlar” denen kesimi İran'ın; Kürtler ise Osmanlı'nın yanında yer aldı.
Osmanlı-İran mücadelesi, yüzyıllar boyunca yenişememe noktasında kalınca Aleviler, Osmanlı coğrafyasında yaşayıp İran'ı destekleyen toplum olarak Osmanlı ile sürekli çatışma hâlinde kaldı. Osmanlı Aleviliği, çatışma ve muhalefet etme karakteri üzerine oturdu.
Aleviler, Osmanlı'nın en mağdur kesimini oluşturdu. Alevi, Osmanlı ile uzlaşmayı kınadı, Osmanlı ile uzlaşanı hain ilan etti. Osmanlı ile çatışanı kutsadı. Osmanlı da Alevilerin kendileri için tayin ettikleri bu konumu neredeyse resmileştirdi. Alevileri, her tür idari konumdan uzak, bir tür ikinci sınıf, hatta üçüncü sınıf vatandaş konumunda tuttu. Osmanlı'da İslâm hukuku çerçevesinde idare edilen sınıflar içinde “öteki” olarak görülen Ermeni, Rum gibi gayrimüslimlerin durumu bile Alevilerin durumundan çok daha iyiydi.
Kürtlerin Osmanlı'daki konumu, bundan çok farklıdır. Kürtler, Batılılaşma sürecine kadar kendi yörelerinin her tür imkânından yararlanırken Osmanlı'nın merkez idaresi içinde de Arnavutlarla beraber en kârlı kesimi oluşturuyordu.
Cumhuriyet Dönemi'nin ilk yıllarında, devlet içindeki konum açısından, Batılılaşmaya karşı çıkan Kürtlerle Batılılaşmayı benimseyen Alevileri yer değiştirme girişimi oldu. 1925'te yaşanan Şeyh Said Vakası sırasında Dersim Alevilerinin temsilcilerinin Elazığ'da Şeyh Said'e karşı operasyonu yürüten devlet yetkilileri ile dostça görüştüklerini bizzat kendisi de bir Alevi olan ve muhtemelen görüşmelere aracılık eden Dr. Nuri Dersimî anlatmaktadır. Ancak Aleviler, “çağdaş değerler” ve “modern Türklük” üzerinde oturtulmak istenen bu ilişkiye alışamadılar.
Geçmişte Osmanlı ile farklı bir ilişki içinde olan Anadolu'nun Bektaşî kesimleri devletle kaynaşırken Dersim'in Kızılbaş Alevileri eski tutumlarını 1937'deki Dersim Vakası'na kadar sürdürdüler. Çoğu Kızılbaş pirinin hayatını kaybettiği vakanın ağır faturasıyla araya kısa bir fetret dönemi girdi. Ama 1950'lerden sonra Kızılbaş ocaklarının yerini sol örgütler aldı. Geçmişte herhangi bir Alevi ocağına bağlı olarak devletle çatışan Kızılbaş Aleviler, yanlarına kimi Bektaşi ailelerinin de çocuklarını alarak sol örgütler içinde devlete karşı çatışmaya başladılar. Bugün DHKP-C ve TİKKO, hâlâ o karakter üzerinde devletle çatışmaya devam etmektedir. Bu noktada Batı'nın sol için tayin ettiği “kadrolu muhalefet”, hiçbir zaman iktidar olmayacak şekilde dizayn edilen “sol toplumculuk”, fonksiyonu daima aksi olanı söylemek olan “sol eleştiri” ile Aleviliğin Osmanlı'daki karakteri burada buluşmakta ve Türkiye'de Alevilere özgü bir silahlı ya da silahsız muhalefet tarzı çıkarmaktadır.
Alevî ağırlıklı sol örgütler için çatışmak tabii hâle gelmiş. Sıradan Alevilerin bir kesimi de kendilerine hiçbir yarar sağlamayan bu örgütlere tarihsel karakter üzerinden destek vermeye devam etmekte; bu yöndeki her tür mağduriyeti de göğüslemektedir.
PKK'nin bütün kanatlarının yönetiminde Alevi kökenli solcular önemli bir yer tutmaktadır. Sadece onların etkisiyle asla izah edilemese de son beş yılda yaşananlara da bakıldığında Kızılbaş Alevilere Osmanlı'da yüklenen rolün Kürtlere yüklendiği yönünde ciddi bir kanaat oluşmaktadır.
Sürekli çatışan, uzlaşmayı kınayan, çatışmayı kutsayan ve bu çatışma içinde devletin merkezinden çekilirken kendi kadim coğrafyasında da kayda değer hiçbir kazanım elde edemeyen bir Kürt portresi...
Bu portre, karakterini daha çok Eş'arî Şafiiliğin ördüğü Kürtlüğün tarihsel yapısıyla örtüşmüyor. Kürtleri mağdur ediyor ve sürekli muhalefet içinde bırakıyor.
Uzaktaki güçlerle işbirliği içinde yakın çevreyle daimî çatışma hâli, zaman zaman bir şeyler kazandırıyor görünse de Kürt halkını nihayetinde manevi veya maddi kaybeden noktasında bırakacak ve verimli bir toplumsal düzen bulmalarını engelleyecektir.
Devletin içinde 1930'lu yıllardan başlayarak ırkçılığını Kürt düşmanlığı üzerine oturtan bir kesimin yanında, bundan etkilenen başka kesimlerin de Kürtlerin bu role sürüklenmesinden memnun olması ve buna katkıda bulunması şaşırtıcı bir durum değil herhalde.