Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun yüzüncü yılına girmeye beş yıl kaldı. Ama hala neredeyse Cumhuriyet ile yaşıt sorunlarımız var. Bundan da daha kötü olanı; iktidardan muhalefete kadar hiçbirinin bu sorunların üzerine gidecek kadar bir güç, cesaret ve iradeden ve hatta buna dair vaatlerden bile yoksun olmalarıdır.
Bütün bir toplum olarak mustarip olmamıza rağmen, bu sorunları çözemeyişimizin en önemli nedeni, rejimin bizzat kendisi ve dolayısıyla konulan yasalardır. Çünkü bu sorunların kaynağı rejimdir. Bu sorunları ihdas eden rejimdir. Ve bu haliyle ayakta kalmak istediği sürece bu sorunları da beslemek zorundadır.
Devleti kurduktan sonra Atatürk'ün önünde iki seçenek vardı; demokrasi veya öteki. Ötekinin ne olduğunu biliyorsunuz. Atatürk, demokrasiyi tercih ettiği takdirde kazanacağını pek mümkün görmediğinden olsa gerek, öteki yolu seçti. Ancak öteki yolun, örneğin ülkeyi tek parti ile uzun bir süre yönetmenin de zor olduğunu bildiği içindir ki, bunun da önlemlerini aldığı görülmektedir. Bilindiği gibi, toplumun genelinin iradesine rağmen topluma hükmetmenin bazı yolları var. Göstermelik muhalefet oluşturmak, toplumun değerleri üzerinde oynamak, toplumdaki din, mezhep ve etnik varlığı kontrollü bir şekilde birbirine karşı kışkırtmak ve düşman ihdas etmek gibi. Türkiye toplumu “irtica” ve “bölücülük” ile bu şekilde tanıştı ve Alevi-Sünni çatışmalarını bu yolla yaşadı.
Bu politikaların topluma maliyetini büyük ölçüde biliyoruz; inkâr, asimilasyon, katliamlar, sürgünler, zindanlar, işkenceler ve faili “meçhul” sayısız cinayetler.
Bunlardan bazılarını devletin bugünkü en yetkili ağızları da kabul etmektedir. Örneğin, Sayın Erdoğan başbakanlığı döneminde, devletin Dersim'de katliam yaptığını kabul edip özür dilemiş ve bir de devletin başından beri izlemekte olduğu inkâr politikalarına son verdiklerini belirtmişti.
Bu, elbette ki Türkiye'nin karanlıktan kurtulması ve karanlık bir dönemi geride bırakması için büyük ve dahi devrimci bir adım idi, ama maalesef gerisi getirilemedi. Ama çok ilginçtir ki, bu meselelerin üzerinde ne Alevilerin ve ne de Kürtlerin ileri gelenleri (aydınlar, siyasiler, din adamları vd.) beklenmedik bir şekilde mesafeli durdular. Hâlbuki Erdoğan'ın bu beyanları, on binlerce canımıza mal olan bu sorunlarımızı çözmemiz için altın tepside sunulmuş büyük bir fırsat ve büyük bir nimet idi. Türküyle, Kürtüyle, Müslümanıyla, Laikiyle, Atatürkçüsüyle, Sağcısıyla, Solcusuyla, Alevisiyle ve Sünnisiyle hep birlikte insanlık namına girişimde bulunabilir ve bir özeleştiri yapabilirdik. Çünkü malum bir kesim dışında hepimiz bu rejimin mağduruyuz. Ama hala bir özeleştiri yapmadık, yapamadık. Ne âlimlerimiz, ne aydınlarımız ve ne de siyasilerimiz (milletvekilleri) sorumluluklarını yerine getirdiler! Ve şimdi ise, bir sistem değişikliğini de beraberinde getiren önemli bir seçime gidiyor olmamıza rağmen, bu konularda kimsenin ağzını deyim yerindeyse, bıçak dahi açmıyor.
Güya bir anayasa referandumu yapıldı, ama bu sorunların kaynağı olan maddeler olduğu gibi korundular. Değil o maddeleri değiştirmek, değiştirme niyetini izhar etmek bile suç sayılıyorsa eğer, bunun iki nedeni var; ya bu maddeler ilahidir!; kaynağını ilahi kitaplardan almaktadır! veya kendilerini la yusel görenler bunlara dokundurtmuyor.
Cevap bekleyen diğer bir soru da, yeni sistemin bu mağduriyetleri giderip gidermeyeceği veya ne ölçüde gidereceğidir. Bu rejimin mağdurlarının kimler olduğunu birer birer anmaya gerek var mı? Dindarlar, Kürtler, Aleviler vd. Dindar denince, zaten geriye ne kadar kişi kalıyor ki, mağdur olmayan? Sözün burasında insanın aklına şu sorular da geliyor: Çoğunluğun kendisinden rahatsız olduğu, daha açık söylemek gerekirse, zulmüne maruz kaldığı mevcut rejime takviye mi yapacağız, yoksa onun yerine ikame edeceğimiz evrensel değerlerle barışık bir sistemin aracılığıyla onu tarihe mi gömeceğiz?
İşte önümüzdeki seçimlerle bu iki durumdan birini onaylamış olacağız. Şimdiye kadarki halimizle celladımıza âşık bir tavır içine girdik.
Haliyle bu rejimin gadrine uğramış olan herkes tarihi bir sınav ile karşı karşıyadır. Eğer bu zulümlerin bir yüz yıl daha devam etmesini istemiyorlarsa, kendilerine vekâlet verdikleri şahsiyetleri doğru seçmek zorundadırlar. Bunun için adaylarda hak ve adalet özelliklerini aramaları yeterli olacaktır.
Başından beri yaşadığımız gibi, bu sorunlarımızı bir kin, intikam aracına dönüştürmek suretiyle istismar edenler de var. Ancak biz bir yandan bunlarla mesafemizi korurken, diğer yandan tarihimizle de yüzleşmek zorundayız.
Dediğimiz gibi, bunu birilerinden intikam almak için değil, tarihimizden dersler çıkarmak ve bir daha aynı hatalara düşmemek için bu yüzleşmeye ihtiyacımız var.
Eskide Kürtlerin ağaları ve Alevilerin de dedeleri vardı. Şimdi her ikisinin yerini milletvekilleri aldı artık. Biz bunlara Postmodern ağalar ve Postmodern dedeler diyoruz.
Şimdiye kadarki Postmodern ağaların ve dedelerin yükümlülüklerini ne ölçüde yerine getirdikleri konusuna girmeyeceğiz. Şu kadarını da söylemeden geçemeyeceğiz; Postmodern dedeler cellatlarına âşık bir yol tuttururken, Postmodern ağalar da pek farklı bir şey yapmadılar; kimisi kendilerine tevdi edilen iradeyi şiddetin hizmetine sundu ve kimileri de şahsi ikballerine kurban etti.
Kürtler ve Aleviler bundan böyle de aynı hataları mı tekrarlayacaklar, yoksa daha adil, daha barışçı, daha güvenli ve daha müreffeh bir Türkiye'nin inşası için sorumluluklarını hakkıyla ve layıkıyla yerine mi getirecekler? Daha söylenecek çok şey var, ama bugün bu kadar…