Her toplumun dinlerinden bağımsız olarak sahip oldukları kutsalları vardır. Belli bir din benimsenince; o din, bu kutsalların kimisini onaylarken, kimisinin de kutsallığını ortadan kaldırır. Bu arada kendisi de yeni kutsallar getirir.
Bu yazıda toplumun kutsallarından sadece dinin onayladıklarını ele alacağız.
Dinin onayladığı kutsallara toplumlar, genelde sıkıca bağlanır. Çünkü bu, hem dinlerinin hem de öfkelerinin gereğidir. Bu bağlılığın ne kadarının dini, ne kadarının örfi olduğunu tespit etmek ise zordur. Fakat bu kutsalların dinin getirdiği yeni kutsallardan daha fazla önemsendiği söylenebilir.
Zikrettiğimiz bu durum, Müslüman toplumlar için de geçerlidir. Ancak İslam’ın onayladığı örfi kutsallar, aynı zamanda Müslümanlar için imtihan sebebidir. Çünkü bir Müslüman hiç farkında olmadan İslam’ın onayladığı bir kutsala İslam’dan dolayı değil, geleneklerinden dolayı bağlılık gösteriyor olabilir. Böyle olunca da kutsalla ilişkisi örfe göre şekillenir.
Sahabe-i Kiram radıyallahu anhum kıble değişikliğinde gelenekle imtihan edilmiş ve atalarından kalan geleneklerle değil Allah Teâla’ya bağlılıklarını göstererek imtihanı kazanmışlardır.
Olayı hatırlayalım:
Kâbe, İslam’dan önce de Araplar için kutsaldı. Bu kutsallık, İbrahim aleyhisselamdan kalmasına rağmen, mevcut haliyle onların şirk dininin bir gereği ve atalarından kalan bir gelenekti. İslam’ın gönderilmesinden sonra Allah Teâla, Kâbe’nin bu kutsallığını onayladı. Ancak bundan önce Müslümanları bir imtihana tabi tuttu.
Mekke’de Rasulullah aleyhisselatu vesselam, namaz kılarken Kâbe’yi önüne alacak şekilde Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya yönelmekteydi. Medine’ye hicretten sonra ikisine beraber yönelme imkânı kalmadı. Bunun üzerine Müslümanlar, Medine döneminin ilk altı veya on yedi ayı boyunca –muhtemelen ilahi bir yönlendirme ile- Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya yönelerek namaz kılmışlardır.
Şüphesiz Müslümanlar da o günkü Arap toplumunun bir parçası olarak Kâbe’ye saygı duyuyorlardı. Ancak Allah Resulü’nün emri farklı olunca, onlar Kâbe’yi bırakıp Mescid-i Aksa’ya yönelerek asıl bağlılıklarının geleneklerine değil, Allah Teâla’ya olduğunu göstermiş oldular. Bu imtihan ayeti kerimeye şöyle yansımıştır:
“Her ne kadar Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğun ciheti ancak Resule tabi olanlarla, gerisin geriye dönecekleri ayırt edelim, diye kıble yaptık.” (Bakara-143)
Kıble değişikliği ile ilgili ayeti kerimelerde Yahudilerden de söz edilmektedir. “Onlar zamanında Allah’ın emri gereği bağlandıkları dini sonradan gelenek haline getirmişlerdir. Resulullah aleyhissalatu vesselamın peygamber olduğunu bildikleri halde.” (Bakara-146) Kavmi taassupları onları imandan alıkoymuştur. Bu açıdan gelenekle imtihanı kaybetmede en belirgin örneklerden biri Yahudilerdir.
Kürtlerdeki namus duygusu da gelenekle imtihan konusunun güncel bir örneğidir.
İslam’dan bağımsız olarak namus duygusu Kürtlerde oldukça güçlüdür. Onlara göre insan, namusu için yaşar. Bu sebeple de ne pahasına olursa olsun namus korunmalı, kirlenince de temizlenmelidir.
İslam da başta zina olmak üzere her türlü fuhşiyatı yasaklamıştır. Nesil emniyeti, İslam’ın sağlamaya çalıştığı beş asli amacından birisidir. Namus konusundaki gayret de İslam’da övülmüştür.
Dolayısıyla Kürtlerin namus konusundaki örfi yargıları ile İslam’ın yaklaşımı genel anlamda örtüşmektedir.
Bu genel benzerliğe karşılık ayrıntılarda ise büyük farklılıklar vardır. Örneğin İslam, zinada erkek ve kadını aynı oranda kabahatli görür. Zina için öngördüğü cezada erkek ve kadın arasında bir ayırım yapmaz.
Kürtler ise zinayı kadın için ancak ölümle temizlenebilecek büyük bir suç olarak görürken erkekler için ancak sözlü kınamayı gerektirecek bir kusur olarak görürler.
Bir zina vakıasının tespiti için İslam, dört şahidi şart koşarken, Kürtlerdeki namus cinayetlerin çoğu bir şüpheye veya bir duyuma dayanmaktadır. İslam’da böyle bir kararı ancak İslam mahkemesi alıp İslam devleti uygularken, Kürtlerde kararı en yakınlar alır ve uygular.
Bu açıdan bakılınca Kürtlerdeki namus cinayetlerinin İslam’dan kaynaklandığını söylemek mümkün değildir. Evet, İslam’ın bir etkisi vardır fakat asıl saik örftür. Eğer bu cinayetlerdeki asıl saik İslam olsaydı, zina yaptı diye bir erkeğin de aile meclisinin kararı ile öldürüldüğünü duyardık. Fakat bugüne kadar böyle bir olay hiç işitilmemiştir.
Sonuç olarak Müslümanların tüm davranışlarını İslami kıstaslara göre ayarlamaları gerekir. Geleneklerden gelen bazı duyguların, İslam’la örtüşmesi halinde daha fazla önemsenmeleri anlaşılırdır. Ancak böyle bir durumda bir Müslümanı harekete sevk eden asıl etken gelenek değil, İslam ve İslam’ın ölçüleri olmalıdır.