Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi uygulandığından bu yana, siyasetimizdeki politikacıların “Poli” yüzleri daha bir netleşti. İlginç ilginç ittifaklar, birliktelikler ve de Machiavelli’ye rahmet okutacak açısal dönmeler ile karşı karşıyayız.
Rüşvetin belgesi olmaz kabilinden, bazı ittifakların da belgesi olmaz. Zaten rüşvet denilen şey gizli kapaklı, belgesiz, yazısız, çizisiz yapılan bir eylem/suçtur. Belgesi olmayan rüşvetlerin bir vakıa olduğunu da hepimiz biliriz. Aynen resmi olarak ilan edilmeyen, belgesiz ittifakların olduğunu bildiğimiz gibi.
Örneğin; merhum Erbakan Hoca’nın talebelerinden biri olan Erdoğan’ın, parti kurması laiklerin hoşuna gitmişti. Bunun bir belgesi var mıydı? Bildiğimiz kadarıyla yoktu. Derinlerde ya da kozmik odalarda olup-olmadığını bilmiyoruz.
Erdoğan, belki de maslahat diyerek, etrafındaki kadro ve daha çok kişisel karizması ile bu işi götürdü, neticede iktidar oldu.
“Yiğidi öldür hakkını ver” babından söyleyecek olursak, Türkiye’deki maddi ve manevi problemlerle ilgili olumlu adımlar attı. Bu adımlar, laiklerce şeriata giden yolda dizilen taşlardı ama İslamcılarca hep nakıs olarak görüldü.
Öyle ya da böyle, inişli veya çıkışlı, Belediye Başkanlığını da dâhil edecek olursak, Erdoğan 1994 yılından beri başarılı seçimler geçirdi/geçirmektedir. Fakat son seçimde Ankara ve İstanbul gibi iki metropolü CHP’ye kaptırmanın şokunu yaşamaktadır.
Bunca yıldır Türkiye’de iktidar olan bir parti ve liderin elbette ki yıpranması normal karşılanmalıdır. Hatta siyasi veya maddi menfaatlerini ön palanda tutup, parti içerisinde kariyer yapan insanların varlığı da bir vakıadır. Hâlihazırda bu siyasi yıpranmışlık ve metal yorgunluk, sonun başlangıcı olabilir mi diye bekleşenler mevcuttur.
İşin garip tarafı Erdoğan ve Partisine alternatif olarak ileri sürülenlerin hemen hepsi, piyasada
İslamcı olarak görülen kişilerden medet ummaktadırlar. Tek başına Erdoğan’a karşı kefede hafif gelenlerin hesapları, Ak Parti’ye verilen halk desteğini bölmek üzerinedir.
Bu anlamda Saadet Partisi ve lideri Temel Karamollaoğlu’na niceliğinden büyük nitelikler yüklenmiş durumdadır. Kendisine verilen bunca söz hakkını, hep Erdoğan aleyhinde kullanan Karamollaoğlu’nun, sunulan bunca medya desteğine rağmen istenilen güce eriştiği söylenemez. Erdoğan’ın kardeşim diye hitap ettiği Abdullah Gül ise laiklerin potansiyel umudu olmaya devam ediyor. Zıt kesimlerin hepsine birden umut olma başarısını elde tutan Gül, kararlı bir duruş sergilemiyor veya atacağı adımın başarısından emin olmadığından çekimser kalıyor.
Başbakanlık yapan isimlerden Ahmet Davutoğlu, yeni bir umut olarak ortaya çıkmış durumdadır. Yeni bir parti kuracağı kuvvetle muhtemel gözü ile bakılan Davutoğlu, stratejik derinliğe sahip bir İslamcı olarak, Erdoğan’ı güçsüzleştirmek isteyen laiklerin ilgisini üzerine toplayabilmektedir.
Eski bakanlardan Ali Babacan da parti kuracak kişiler arasında yer alıyor. Basında çıkan haberler, teyit edilmeyen ham bilgilerden oluştuğu için, neyin nasıl olacağı hususunu tam olarak bilen yok. Örneğin Ali Babacan, Gül ve Davutoğlu üçlüsü birlikte mi, yoksa bireysel mi hareket edecekler, pek belli değil.
Ancak adına muhafazakâr veya İslamcılar, her ne derseniz deyin, kendi içlerinden bir muhalefet çıkaracaklar gibi. Bu da aslında ülke için olumlu bir gelişme. Çünkü İslamcıların alternatifleri yine kendilerinden olmuş oluyor.
Tabi var olan durumdan laikler karlı çıkabilir mi? Bu mümkün. Son seçim bunu göstermiş durumdadır. Bu da garip bir durum ortaya çıkarmaktadır. Dedeleri iplerde sallananların torunları, darağaçlarını kuranlara kendi elleriyle iktidarlar veriyorlar.
Bu kadar az farklarla, şehirleri İS(Ç)Kİ’cilere teslim etmek pek akıl karı değil ama…