Türkiye'de laiklik sürecinin anayasaya laiklik maddesinin konmasından çok önceleri başladığı biliniyor. Bu süreç genellikle Tanzimat döneminde başlayan değişikliklere dayandırılır ki doğru olan da budur.
Türkiye'de laikleştirme süreci çok feci uygulamalar ve bu uygulamaların vahim sonuçlarıyla doludur. Laikleşme değil, laikleştirme dememizin sebebi, bizdeki sürecin kendi doğal mecrasında değil, tepeden inme bir ihtilal şeklinde olmasındandır. Avrupa'da laiklik en az üç asırlık bir süreci ve bu uzun süreçteki mücadeleyi kapsar.
Birinci cihan harbinden sonra Osmanlının yıkılışı bütün İslam dünyasında derin bir üzüntüye sebep olmuştu. Sonrasında başlayan Milli Mücadele ise sevinçle karşılanmış, bu hareket İslam dünyasının bağımsızlık ve emperyalizme karşıki mücadelesine ilham kaynağı olmuştu. Müslümanlar, bu mücadele için dualar etmiş ve maddi destekte bulunmuşlardı. Çünkü Milli Mücadele, işgale uğramış Anadolu topraklarını ve işgal altındaki hilafet merkezi ile beraber halifeyi kurtarıp şeriatı tekrar ikame etmek adına başlamış ve devam etmişti. Ünlü Sivas Kongresine katılan üyelerin yemin metni şöyle idi:
‘Makam-ı Celil-i Hilafet ve Saltanata, İslamiyet'e, Devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye takip etmeyerek çalışacağıma namus ve bilcümle mukaddesatım namına vallah billah.'
Batı emperyalizminin işgaline karşı bu amaç ve niyet ile mücadele edildi ve millet onca fakirliğine rağmen canla başla bu mücadeleye katıldı ve destek verdi.
Milli Mücadele'nin sonlarına yaklaştıkça batıcı kadroların Ankara'da, ipleri ele geçirmek için senaryolar çevirdiklerini görüyoruz. Bu kadrolar, mücadele yıllarında sergiledikleri tavırların tersi söz ve eylemlerle gerçek yüzlerini belli etmeye başladılar. Kendilerine muhalefet edenleri de değişik siyaset oyunları ile saf dışı etme politikasını uyguladılar. Hizaya getiremediklerini ölümle tehdit etme, bazılarına da suikastler tertip edip ortadan kaldırma yolunu seçtiler. Muhalefeti bu şekilde sindiren batıcı kadro, batılıları bile şaşırtan icraatlar ortaya koydular.
Emperyalistlerin çekip gitmelerinin akabinde Ankara'da yaşanan bu değişiklikler ve yeni rejimin uygulamaları, Anadolu halkında şaşkınlık yarattı. İşgale uğramış bir ülkede dahi rastlanamayacak şeylerle karşılaşan bu mazlum halk, savaşın açtığı yaralarını sarmaya çalışırken kalbinden, can evinden vurulmuştu. Olup biten bu şeylere karşı yer yer baş gösteren huzursuzluklar, yeni rejim için tehdit olarak algılandı, asi ve şaki denilerek üzerlerine gidildi ve şiddetle bastırılıp yok edildiler. Dersim ve Şeyh Said olayları bunun en meşhur iki örneğidir.
Kemalist laisizm, ülke ve toplum için korkunç sonuçlar doğuran bu uygulamalarla tek tip bir toplum oluşturmayı hedeflemişti. Yüz yıllardan beri değişik etnik yapı ve inançlara sahip Osmanlı toplumunun barış ve huzur sağlayan geleneksel çok renkli, çok sesli yapısı havaya uçuruldu. Osmanlı, üç kıtadaki değişik inanç ve ırktan toplumları asırlardan beri başarılı bir şekilde bir arada tutmayı başarmıştı. Osmanlı, İslam devleti olmakla beraber gayr-ı Müslim tebaa din ve inançlarını, dil ve kültürlerini devam ettirebiliyorlardı. Osmanlı idaresi herhangi bir ırkı,inancı ve kültürü eritip yok etme politikası uygulamamıştır.Dünyanın en sorunlu coğrafyasında Osmanlıyı bu kadar uzun ömürlü yapan nedenlerinden biri de uyguladığı bu politikasıydı diyebiliriz.
Sözde laik cumhuriyet, yeni bir ulus yaratmak adına tarihin derinliklerinden akıp gelen ve İslam'ın hoşgörüsü ile harmanlanmış, farklılıklarla beraber bir arada yaşama kültürünü ateşe verip yaktı. Sınırlarını kendilerinin belirlediği ölçülere göre herkes Türk olacaktı. Giyim kuşamdan tutun da, okuyup yazmaya, inanıp ibadet etmeye kadar her şey tek tip olacaktı. Kısacası yeni bir din uyduruluyordu. Yeni rejimin bu uydurma dinini her kes lütuf olarak görüp kabul edecek ve ‘ Ne mutlu Türk'üm diyene' duası ile şükranesini ifade edecekti. Her kes Türkçe konuşacak; dinini yaşamak isteyene de rejimin koyduğu ölçülerde ancak müsaade edilecekti. Ezan Türkçe okunacaktı. Hacca gidip de Araplara para akıtmaya ne gerek vardı. ‘Ka'be arabın olsun, bize Çankaya yeter' diyebilen bu yeni dinin cesur müçtehitleri bile vardı.
Türkiye'de yapılan değişikliklerin(inkılaplar) son olarak laiklik maddesinin anayasaya konmasıyla(1937) nihayete erdiğini söyleyebiliriz. Bundan sonraki süreçte yapılan ise, inkılapların korunması ve buna karşı oluşacak muhalefetin sindirilmesidir. İnkılapları ve laikliği korumak adına her on yılda bir askeri darbe yapıldı ve ülke her açıdan geri bırakıldı. Ne var ki bütün çabalara rağmen halk, dininden koparılamadı. Bu mazlum halk, laiklik adına İslam düşmanlığı yapan zihniyetin temsilcisi partiye(CHP) iktidar yolunu da açmadı.