Yüce Allah, Kur'an'da Müslümanlara hitaben, "Ey Müslümanlar! Neden yapmayacağınız şeyleri söyleyip duruyorsunuz?" diye ferman ediyor. Yapmayacağımız şeyleri söylemeye, dillendirmeye hakkımızın olmadığını buyuruyor Rabbimiz.
Gerçekten biz Müslümanların en büyük sorunu bu. İzzet ve özgürlüğümüzün ayaklar altına alınıp düşmanın gözünde çer çöp konumunda olmamızın nedeni bu. Düşmanlarımız bu zaafımızı bildikleri için tepki ve öfkelerimizi önemsemiyor. Bağırıp çağırıyoruz, esip gürlüyoruz, tehditler savuruyoruz; ama iş bedel ödemeye, bir şeyler yapmaya gelince sus pus oluyoruz. Her defasında böyle oluyor. Düşman işi mahremiyetlerimize, kutsallarımıza, namusumuza el uzatmaya kadar götürüyor; biz ise sadece bağırıp çağırıyoruz. Bağırıp çağırdığımız, kendilerine kin kustuğumuz düşmanımızı bağrımızda beslemeye, kendi imkânlarımızla bizi sokmaya ahdetmiş yılanı büyütüp semirtmeye devam ediyoruz.
Bazılarımız bu öfkelerinde samimi lakin acziyetten, zayıflık ve çaresizlikten, dünya sevgisi ve ölüm korkusundan, iman eksikliğinden, bedel ödemeyi göze alamadığından, mevcut imtiyaz, koltuk ve konumlarını kaybetme korkusundan iş eyleme gelince duruyor. Geri çekiliyor. Diğer bazılarımız ise çoğunluğun samimi öfke ve nefretini ranta çevirme, oya devşirme derdine düşüyor, kıyameti koparıyor; ama pratikte kılını kıpırdatmıyor.
Burada özel bir kişi, gurup, camia veya partiyi suçlamıyorum. Keşke bu dediğim şeyler sadece birkaç grup veya partiye has olsaydı. Ne yazık ki ümmet olarak, İslam dünyası olarak bu durumdayız. En sıradan Müslümandan en yüksek konumdaki yöneticiler ve devlet başkanlarına kadar çoğumuz bu durumdayız.
Dünyevi endişelerimiz dini endişelerimizin önüne geçmiş. Ahiret bilinci aramızdan tasını, tarağını alıp gitmiş. Ümmet olarak en şiddetli belalara duçar olduğumuz günlerde bile günlük işlerimiz için enerji ve zihnimizi, sevinç ve öfkemizi fütursuzca tüketiyoruz. Miting alanlarında düşmanlarımıza dillerimizle lanetler savururken bile zihnimiz ve kalbimiz günlük işlerimizin endişesiyle dolu.
Dirilmeli, silkinmeli, ihlas ve samimiyetle dinimize ve kutsallarımıza sarılmalı, ümmetin özgürlük ve kurtuluşu için vaktimizi, malımızı, gerekirse canımızı vermeye hazır olmalı, imtiyazlarımızı davamıza kurban etmekten çekinmemeli, ahiretimizi dünyamıza tercih etmeliyiz.
Çoğu sefer şaşıp kalıyoruz. Peygamber ve ashap otuz yıl gibi kısa bir süre zarfında dünyanın iki büyük imparatorluğunu nasıl devirdi diye... Bir avuç Müslüman, Medine şehir devletini kurduktan sonra büyük imkansızlıklar içinde yüzdükleri, içerden ve dışarıdan binlerce düşman güç tarafından; kafirler, münafıklar, hainler tarafından sarılmış oldukları halde nasıl oluyor da otuz yıl içinde dünyanın en güçlü imparatorluğunu kurup İslam medeniyetini dünyaya hakim kılabiliyorlar.
Biz bugünün Müslümanları, sayımız iki milyarı bulmasına, onlarca devletimiz olmasına ve olağanüstü zenginliklerin, petrol ve diğer madenlerin üzerinde oturmamıza rağmen nasıl oluyor da en kutsal şehirlerimizi işgal eden, kalbimizin tam ortasında kurulan birkaç milyonluk bir çeteyle baş edemiyor, acziyet içinde bağırıp çağırıyor, zillet içinde çırpınıyoruz? Bu nasıl oluyor?
Ey bugünün Müslümanları, ey Müslüman lider, devlet adamı, başbakan, milletvekili, komutan... Ey Müslüman iş adamı, esnaf, memur, işçi... Ve ey Müslüman âlim, aydın, hatip, sanatçı... Bunca gücümüze, kalabalığımıza rağmen Saadet Asrındaki bir avuç Müslüman'ın otuz yılda yaptıklarını iki asırdır biz neden yapamıyoruz? Sorunumuz ne? Başımızı ellerimizin arasına alıp bu meseleyi derin derin düşünmekle işe başlamalıyız önce..
Hastalığımızın sebebini bulmalıyız. Ondan sonra tedavi yöntemleri üzerinde konuşmaya sıra gelmeli...