Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın, “iyiliği emir, kötülükten alıkoyma” çerçevesinde verdiği hutbe, sosyalist çevrelerce tepkiyle karşılandı. Ancak Ali Erbaş Hoca, herhalde bu tepkiyi dikkate alarak ve ilgili makamlarla görüşerek hutbesini verdi. Zira, söz konusu çevrelerin böyle bir hutbeye tepki gösterecekleri bilinmeyen bir husus değildi.
Asıl dikkat çekilmesi gereken husus, Ali Erbaş Hoca’ya verilen destekti. Zira “iyiliği emir, kötülükten alıkoyma” çoktan ihmale uğramıştı. Nice yıllardır bu vazifeyi yerine getirenler cezalandırıldı, kamuoyu önünde rencide edildi. Buna karşı, kötülüğü işleyenler, neredeyse kutsandı, ödüllendirildi. Vaka o boyuta vardı ki zafiyet içinde olan kişiler, neredeyse toplumsal bir konum elde etmek için kendilerini bilinen bir kötülükle anacaklardı.
İslam, iyiliktir ve iyilik medeniyetidir. İslam, “iyiliği emir, kötülükten alıkoyma”yı teşvik etmekle de yetinmemiş, aynı zamanda kurumsallaştırmıştır.
Öyleyse duyarlılığın suç sayıldığı, duyarsızlığın “anlayış”, çirkin günahların “özgürlük” diye bilindiği bugünlere nasıl geldik ve Başkan Erbaş’ın açıklamaları neye işaret ediyor, analizimizde bu sorulara cevap bulmaya çalışacağız.
“Muhtesib”li Medeniyet
Bir şehir düşünün, pazarında saygıdeğer insanlar dolaşıyor, insanlara iyiliği anlatıyor, zafiyet ehlini kötülükten alıkoyuyor.
İslam’da bu vazifeyi yapanlara “muhtesib” denir. “Muhtesib”, “hisbe” vazifesini yapan kişidir.
Hisbe, Arapçada “hesap etmek, saymak; yeterli olmak” anlamlarındaki hasb (hisâb) kökünden türeyen ihtisab mastarından gelmedir. İhtisab; sevabını umarak bir işi yapmak, akıllı ve basiretli bir şekilde yönetmek; çirkin bir iş yapanı kınamak, hesaba çekmek anlamındadır. Dolayısıyla “hisbe” kavramının kök ve mastarı, konulan bir ölçüyü ve o ölçüden sapma durumunda uyarılmayı ifade eder.
Hisbe terim olarak ise emri bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker prensibi uyarınca, ahlakı korumak için iyiliği emredip kötülükten alıkoymayı ve bu vazifeyi yerine getirmek için oluşturulan yapıyı anlatır.
Hisbe, İslam medeniyetinde bir teşkilattır, o teşkilatın görevlisine de “muhtesib” denmiştir.
İnsan iyiliği sevdiği gibi, kötülüğe de meyleder. İslam, insanın bu gerçeğinden yola çıkarak, iyiliği hatırlatmayı, emretmeyi, kötülükten alıkoymayı kurumsallaştırmıştır. Onun için “mühtesib” tayin etmiştir.
İlk muhtesib, bizatihi Resûlullâh salallahü aleyhivesselem’in kendisidir. O, baştanbaşa iyilikti; söz ve davranışları ile iyiliği hatırlatır, emreder, kötülükten alıkoyar, tiksindirirdi.
Medine’de çarşıya pazara çıkar; Medine ehlini denetlerdi; esnafa dürüstlüğü öğretir ve emrederdi.
Resûlullâh salallahü aleyhivesselem, bir defasında hububat satan bir adama uğradı, elini buğday kümesine daldırdı ve alt kısmının ıslak olduğunu gördü. Bunun üzerine satıcıya, “Altını üstüne getirseydin ya!.. Müşteri görür ve ona göre davranırdı. Bizi aldatan bizden değildir” diye buyurdu.
İslam’da bilinen ikinci mühtesib Hz. Ömer radiyallahü anh’tır. Kötülükten nefret eden Hz. Ömer, bizzat Hz. Peygamber tarafından Medine çarşısında ihtisab vazifesini yapmakla görevlendirildi.
Mekke fethedildiğinde Hz. Resûl, Saîd b. el-Âs’ı Mekke mühtesibi olarak tayin etti.
İhtisabı, sadece erkekler yapmazdı. Fahr-i Kâinat’ın çağında Şifâ bint Abdillâh ve Semra bint Nuheyk el-Esediyye gibi hanımlar dahi hisbe ile görevlendirilmişlerdir.
Hz. Ömer halife olduğunda hisbe vazifesini hem kendisi bizzat yapmış hem de Abdullah b. Utbe’yi Medine’ye, Saîd b. el-Âs’ı da Mekke’ye muhtesib tayin etmiştir.
Hisbe, Emevî ve Abbâsî günlerinde oldukça geniş yetkilerle donatıldı ve bir teşkilata dönüştü, çarşıda pazarda bir tür zabıta kuvveti gibi iyiliği hatırlattı, emretti. Mühtesibler öylesine saygı görürlerdeki padişah ve sultanların sair adamları onlardan sakınır, onlarla karşı karşıya gelmekten korkarlardı. Hatta bir keresinde mühtesibin şikâyet edildiği bir Abbâsî halifesi, “Sen, bu yetkiyi nereden alıyorsun?” diye çıkıştığında mühtesib ona “Senin hilafet yetkisini aldığın yerden!” diye cevap vermişti.
Selâhaddîn-i Eyyûbî Hazretleri için “Nehcu’s-Sülûk” adlı siyasetnameyi de yazan Hekim Ebû Necip eş-Şeyzerî aynı zamanda mühtesibler için de bir kitap yazmıştır. Şeyzerî “Nihayetü’r-Rütbe ve Talebi’l-Hisbe” adlı o eserinde hisbe teşkilatı görevlilerinin vazifelerini şöyle açıklar:
- Hisbe, iyiliği emir ve kötülükten alıkoyma ve insanların arasını ıslah etme vazifesi olduğundan mühtesibin; fakih, Şeriat’ın hükümlerini bilen biri olması gerekir. Ta ki ona göre iyiliği emretsin ve kötülükten alıkoysun. Zira güzellik, Şeriat’ın güzel; çirkinlik, Şeriat’ın çirkin diye belirlediğidir. Akıl, Allah’ın kitabı ve Hz. Peygamberin sünneti olmadan, tek başına münkerin marifetine eremez. Kimi zaman cahil, Şeriat’ın çirkin (kabih) gördüğünü, aklı ile güzel görmeye çalışır.
- Mühtesib, ilmi ile amil olmalıdır. Onun ameli, sözlerine muhalif olmamalıdır.
- Mühtesib, Allah için söylemeli, Allah için yapmalıdır; riyadan ve yöneticilerin takdiri için iş yapmaktan, halkın övgüsünü kazanma kaygısından kaçınmalıdır. Ta ki yüce Allah, onun sözünü etkili kılsın… Denir ki Dımaşk Atabegi bir âlimi çağırdı ve seni muhtesib yaptım, dedi. Âlim öyleyse, vazifeye senden başlıyorum, şu üzerindeki ipek elbiseyi çıkar at ve elindeki gümüş yüzüğü çıkar. Çünkü Hz. Peygamber, “Bu ikisi erkeğe haram, kadına helaldir” diye buyurmuşlardır. Atabeg, âlimin cesur tutumu karşısında derhal giysilerini değiştirdi, yüzüğünü çıkarıp attı ve âlime seni polis teşkilatımın başına atadım, dedi.
Hisbe teşkilatı, zamanla sadece tüccar-müşteri ilişkisini düzenleyen ve daha çok müşteriyi korumak için iş gören bir yapıya evirilmiştir. Ama Müslümanlar ve İslam ülkelerinin kurumları hiçbir zaman iyiliği emir, kötülükten alıkoyma vazifesini yok saymamışlardır.
Osmanlı’nın son günlerine kadar dahi zabıta teşkilatı, mühtesiblerin de vazifesini görür, örneğin, Müslüman bir kadının kendisini gayr-i müslim kadınlara benzettiğini gördüğünde onu uyarırdı.
Öyleyse Müslümanlar, “hoşgörü, anlayış gösterme” gibi saiklerle bugünkü duyarsızlığa nasıl sürüklendi? Türkiye bağlamında kalarak konuyu açıklık getirelim:
Baskı Rejimlerinden Liberalizme Sığınış
Müslümanlar, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Batı tarafından organize edilen, desteklenen ve korunan baskı rejimleri ile yüz yüze kaldılar.
Batıcı rejimlerin baskıları, özellikle ulusalcı sosyalist rejimlerin verdiği sıkıntılar o boyutlara vardı ki Müslümanlar adeta nefes alamadılar.
Bu baskı, eziyet ve işkence koşulları altında henüz 1970’li yıllarda kimi dindar yazarlar; liberalizmin propagandasını yapıp sosyalizme karşı tercih edilebilir olduğunu dile getirdiler.
Bu yaklaşım, tamamen günün koşullarının ürünüydü ve o koşullarda liberalizmden umulan, temel İslamî uygulamaları serbest bırakması, bireysel de olsa İslam’ın yaşanmasına imkân vermesiydi. Bunun için söz konusu yaklaşım, kendi dönemi içinde müsamaha ile karşılanabilirdi.
Ne var ki 1980’li yıllara gelindiğinde liberalizm “muhafazakârlık” etiketi altında bir furyaya dönüştü. Türkiye’de liberalizme siyasi öncülük yapan Turgut Özal’a özel televizyon kanallarının o günlerde sınır tanımayan ahlaksız yayınları sorulduğunda onun, “İzlemek istemeyen kapatsın!” sözü, dönemin adeta sloganı hâline geldi.
Özal’ın da elbette liberalizmden beklentisi, Batı’nın desteği altındaki baskıcı derin yapılardan yine Batı’nın desteğini alarak uzaklaşmaktı. Özal, sürecin hürriyetler yönünde işlemesi durumunda nihayetinde halkın lehine olacağına inanıyordu.
Asıl liberal süreç ise ondan sonra 1990’lı yıllarda ve hatta 2000’li yıllarda yaşanmaya başladı. Din adamlarının alet edildiği, devrin devlet kademelerini işgal eden darbeci yapısının adeta ideolojisi hâline getirdiği bu yeni liberalizm, sadece “Bırakın yapsınlar!” demiyordu. Aynı zamanda dindar insanların her tür çirkinliği “hoşgörü” adı altında “gülümseyerek” karşılamasını istiyordu. Mühtesibli bir medeniyetin müntesibi olan Müslüman’ın, günahkâra adeta “Kolay gelsin, şifa olsun!” demesi bekleniyordu. Bunu yapmayan Müslüman; “bağnaz, aşırı, radikal” gibi etiketlerle fişleniyordu. Nitekim o günlerde eşcinselliğini fazlasıyla teşhir etmiş bir şahsa, 2010’da Mardin Kasımiye Medresesi’nde “sanatını teşhir” imkânı bile tanınmış, şahsın etkinliği medya üzerinden bütün dünyaya duyurulmuş, mukaddes bir mekândaki “teşhir” etkinliğine karşı çıkanlar soruşturmalarla yüz yüze kalmışlardı.
Bu, açıkçası, dindar kesimi kişilik bozukluğunu uğratma projesiydi. Zira aklı başında hiçbir dindarın kişilik bozukluğuna uğramadan hem bir inanç adamı olma hem “teşhir” maskaralığını alkışlama ihtimali yoktu.
2014’e kadar fiilen devam eden ve farklı sebeplerle siyasetin desteğini alan o süreç İstanbul Sözleşmesi’yle ayrı bir boyut kazandı. Henüz İslamî haklar yasal bir sürece kavuşmadan İstanbul Sözleşmesi’yle liberal sınırsızlık, yasaları da aşan, uluslararası bir zemin elde etti.
Ama vakanın bu yanı bir yana, çirkinliğe karşı tutum alma duyarlılığıyla mükellef Müslüman’a çirkinliği “hoşgörü ve anlayış” adına onaylatma bir yana… Bu ikinci yan, çok daha yıkıcıdır.
Süreç öyle bir boyuta ulaştı ki geçen hafta Doğruhaber gazetesinde yayımlanan köşe yazımda ifade ettiğim üzere Müslüman, bırakın çarşı pazarda hisbe görevi yapmayı; sapkınlığa yöneldiğini tespit ettiği çocuğuna dahi karışamaz oldu ya da bizzat kişilik bozukluğuna uğradığından karışmadı.
İslamî bir davadan ceza almış bir şahıs o günlerde bana, değerli bir yazarı eskiden sevdiğini ama artık onu takdir etmediğini söylemişti. Ona yönelttiğim “Neden?” sorusu, beni tepeden tırnağa sarstı. “Onu insan haklarına saygılı biliyordum oysa geçen gün yazısında bir milletvekilini eşcinsellere sahip çıktığı için eleştiriyordu. Biz Müslümanlar, herkesin hakkına sahip çıkmalı değil miyiz, nasıl olur da adamı destekleyeceğimize onu eleştiririz” diyordu, bizim İslamî davadan ceza almış, fena hâlde mağdur olmuş insanımız…
Vaziyet bu kadar tahrip edici, liberal sosyal mühendislik bu kadar derine işlemişti. Buna “liberal duyarsızlık” bile denmez, bu artık liberal bağnazlıktı. Zira bağnaz olmayan bir liberalin dahi bu boyutta, insanlık aleyhindeki bir hâli sahiplenmesi düşünülemezdi. Pek çok liberal dahi “Bırakın yapsınlar!” yaklaşımını bu boyuta götürmüyordu. Avrupa’nın ancak eski tüfek sosyalistleri, yeni liberal Yeşilleri bu kadar uç olabilirdi.
Diyanet İşleri Başkanı Umut Verdi
İnşaallah; Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Ankara Hacı Bayram Camii’nde, temsili Cuma hutbesinde “Ey insanlar! Canımıza, aklımıza, inancımıza, malımıza ve neslimize zarar veren şeylerden uzak duralım” diye başlayarak, “Ey insanlar! İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti. Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir, bunun hikmeti. Yılda yüzbinlerce insan gayri meşru ve nikahsız hayatın İslamî literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu Hiv virüsüne maruz kalıyor. Geliniz bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim.”
sözleriyle yaptığı çağrı, liberal duyarsızlık çağına bir kilit olur. Müslümanlar, yeniden duyarlılık kazanır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın pazartesi günü Erbaş’ı desteklemeye dönük yaptığı açıklamalar da Başkan Erbaş’ın hutbesine yönelik umutları artırdı.