2008'de Avrupa, büyük bir ekonomik kriz yaşadı.
Özelikle Yunanistan, İspanya, İtalya gibi ülkelerde finansal sistemi neredeyse çökerten, üretimi durdurup istihdamı azaltan bir kriz…
Kısa süre içerisinde krizden Fransa ve İngiltere dahi etkilendi, vergi sisteminde ve çalışma hayatında düzenlemeler yapmak durumunda kaldılar.
Askeri masrafları az olduğu için diğerlerine göre rahat olan ve finansal sitemi iyi işleyen Almanya krizden en az etkilenen ülke oldu.
Kriz küresel ölçekteydi ve hemen hemen tüm uzmanlar tarafından işin kaynağında Amerikan konut ve finans sektörünün olduğu ifade ediliyordu; ama kimse doğrudan Amerika'yı suçlamaya cesaret edemiyordu.
Avrupa'da “Kazanç özelleştiriliyor, zarar kamulaştırılıyor” tartışması başladı. Öyle ya krizden kapitalist pek etkilenmiyor; ama tüm emekçilerden kazancın bir kısmından feragat bekleniyordu.
Liberalizmin küresel dizayn çabalarında ulusal çıkarlar açısından sıkıntılar gören kesimler seslerini yükseltti. Sürecin sonlarında İngiltere, Avrupa Birliğinden çıkarak ilk ciddi adımı attı.
İngiltere, krizden en az etkilenen ülkelerden biriydi; ama buna rağmen kimi sosyal düzenlemelerde revizyona gitme ihtiyacı hissetmişti.
Amerika, sisteminin sağlamlığını ve krizler karşısında dirençli olduğunu iddia edip işin içinden sıyrılıyor, bununla birlikte çok uluslu şirketleri aracılığıyla da “krizleri fırsata dönüştürme” stratejisini takip ediyordu. Aslında sosyal politikalar anlamında Avrupa'nın çok gerisindeydi; ama küresel güç olmanın verdiği şımarıklıkla nasıl bir fay hattında olduğunu göremiyordu.
“Wall Street'i işgal et” (Occupy Wall Street) hareketi ortaya çıktığında ilkin çok kimse ne olduğunu anlayamadı.
17 Eylül 2011'de New York'ta, Amerika'nın finansal kalbi sayılan Wall Street'te, aktivist bir grubun başlattığı ve genellikle gençlerden oluşan bir grubun gittikçe büyüttüğü bir halk eylemiydi bu. Eylemciler sosyal eşitsizliğe, adaletsiz sisteme, devleti ele geçirip istedikleri gibi yönlendiren büyük sermayeye itiraz ettiler.
Görünmez bir el ile sistemi idare eden hâkim liberal otokrasi, “Bir grup düzen karşıtı aktivistin kendini tanıtma çabası” diyerek olayı önemsizleştirmeye, basında neredeyse hiç göstermemeye özen gösterdiler. Dikkatli gözlemciler o anda liberalizmin hiç de öyle söylendiği gibi bireysellik ve özgürlük gibi olgulara dayanmadığını, aksine son derece keskin sınırlara sahip olduğunu fark ettiler. Amerikan polisi göstericilere karşı anormal bir şiddet kullandı.
Aslında iz bırakması gereken bir olaydı; ama iyi bir karartma uygulanarak unutturuldu.
Ve geldik Donald Trump'un seçildiği günlere…
Liberalizm, her ne kadar hissettirmemeye çalışsa da büyük bir kâbusla karşı karşıya.
Sisteme eleştiri getirirken halk dilini kullanmaya özen göstererek Cumhuriyetçi Partiden başkan seçilen Trump, aslında vahşi kapitalizmin özlemini duyan bir sermayedar…
Trump, ulusal çıkarlar adına, çıkar ilişkilerinin yan yana getirmesiyle oluşturulan küresel liberal siteme ciddi bir darbe vurabilir.
Mülteci krizlerinin Avrupa ve Amerika'yı sürüklediği duruma baktığımızda onlar açısından iyi bir manzara görünmüyor.
Her ne kadar Immanuel Wallerstein, komünizmin çöküşüyle 1990'lardan itibaren liberalizmin zaten bir çöküş sürecine girdiğini iddia etse de biz bunun nesnel bir yaklaşım olmadığını düşünüyoruz.
Fransa'da sağın iktidara gelmesi ile liberalizm, sonu belirsiz bir tünele girebilir. Ve tünelde görünen ışık bazen tünelin sonunu değil, hızla gelen bir trenin habercisi olabilir.
Yani demek istiyoruz ki,
Liberalizmin çöküşü daha yeni başlıyor.