İki tür insan vardır. Yaşadığı güzellikleri başkası da yaşasın isteyenler ve bunun için çok çabalayanlar, bir de başkasının da o nimete kavuşmasını hiç önemsemeyenler… Kazandıklarını başkası da kazansın diye çaba sarf edenlere davetçi denir.
Davet kişinin yaşadığı ve sahip olduğu güzelliklere, huzura, bilince, hazineye başkasının da sahip olması için gösterilen çabadır. Diğerlerini de oraya çağırmadır. Bu hususta yapılan fedakârlıktır. Zamanından, işinden, aşından, eşinden feragat etme iradesidir.
Davet, kişinin sahip olduğu ve sahip olmayı ümit ettiği iki dünya saadetine, ulaşabildiklerinin de erişmesini istemenin pratize edilen halidir. İki dünya saadetini bir başına yaşamak istememe halidir. Yani cömertlik ve paylaşımdır davet… Sadece kendine istememedir davet… Bencilliği ayaklar altına alma halidir.
Kendisinin arayarak, çabalayarak bulduğu hazinesinin sırrını başkasına da verme niyetidir davet… Sırrına inanmayanları da inandırma gayretidir davet… Davet kişinin olası tehlikelerden korunmasını sağlayacak bir donanıma sahip olmasını sağlayacak bir “hizmet içi eğitim” sürecidir. Davet, ulaşılan “mutlak kuvvet ve kudret” sahibini tüm dünyaya tanıtmak, tanıttıkça daha fazla tanıma heyecanıdır.
Davet, kazandıklarımızı paylaştıkça çoğalan bir gönül hareketidir. Dolayısıyla sahip olduklarını gönüllü olarak dağıtan kişidir davetçi. Yani gönüllü kişidir davetçi. Tüm kazançlarını başkalarıyla paylaşmak isteyen kişidir davetçi. Bu nedenle davetçi kişi ve cemaatler hayra, nimete, gerçeğe, saadete ve ahirete davet ederler.
Davette başarma zorunluluğu yoktur ama samimiyet zorunluluğu vardır. Ve elbette davet, kişi yer ve zamana bağlı olarak değişkenlik arz eder. Yine de davetçinin bağlı kalacağı ana çerçeveler vardır.
Öncelikle davet ettiği kişinin kalbine ve aklına dokunmayı bilmeli. Her bir ferdi ayrı tanımalı ve ayrı değerlendirmeli. Her kişiye ayrı bir yaklaşım tarzı geliştirmeli. Kişiyi ayrı analiz etmeli. Davet ettiği kişinin yüreğine ve aklına doğru yerden dokunmayı bilmeli.
Ulaşılması imkansız büyük beklentiler oluşturmamalı ancak ümidi olabildiğince canlı tutmak en büyük silahı olmalı davetçinin. Neye davet ettiğini önce kendi iyi bilmeli. Tereddüt ettiği, az bildiği veya bilmediği bir şeye davet etmek bir felaketin de habercisi olur ve belki de davet edilenin geri dönüşsüz kaybına sebep olunur ki maazallah bu insanın felaketi olur. Dolayısıyla davetçi dinamik bir öğrenme pratiğine sahip olmalı.
Davetçi asla en küçük bir tereddüde sahip olmamalı. Öncelikle kendi içinde çok net olmalı. Ve en önemlisi söylediklerinin bizatihi örnek uygulayıcısı olmalı. Bilmediklerini ve yapmadıklarını/yapamadıklarını asla istememeli, söylememeli.
Davet edileni amel-ilim talebine boğmamalı. Tedricilik ve gönüllülük temel prensibi olmalı. Çoğu şeyi davet ettiğinin izanına bırakmalı ve çabasına havale etmeli. Davetçi çoğu zaman eylemiyle davetçi olmalı. Erdem dediğimiz doğruluk, cömertlik, tevazu, fedakarlık gibi hasletleri mutlaka kendinde bulundurmalı ve bunları görünür kılarak aslında insanların gönlünü lisanı hal ile kazanmalı. Gönlünü kazandığınızın zihni de size mutlaka açılır.
En önemli hususlardan biri de davetçinin yaşadığı toplumun ve günün şartlarını, örfünü adetini, akide ile çelişmeyen davranış biçimlerini asla göz ardı etmemeli. Kişiyi ve toplumu yanlış da olsa bir pratiğinden ötürü rencide etmemeli. Peygamberin(as) hiç kimseyi bu manada kınadığını veya ayıpladığını bilmiyoruz. Bütün uyarıları, hak, hukuk, adalet, eşitlik üzerine idi Onun. Zaten kişinin zihinsel devrimi gerçekleşti mi sıra içki ayetine geldi mi “şarabını” sokağa kendi dökecektir.
Dedik ya davetçi gönüllü kişidir. Ve yüreği diğeri için yanan kişidir. Bilmeden uçuruma, ateşe gidene canhıraş yetişme telaşında olan kişidir. O nedenle davetçinin üslubunda asla bir sertlik bulamazsınız; olmamalı. Varsa, o kişi gönüllü değildir.
Davet devlet memurunun biten mesaisi gibi asla değildir. “Ben anlattım, vazifemi yaptım, sorumluluğum bitti. Gerisi onun bileceği iştir” türünden bir görev asla değildir. Davet kesintisiz, zaman-mekan mefhumuna bağlı olmaksızın, sabır ve ısrarla devam eden bir eylem biçimidir. Peygamberin Ebucehil’e defalarca gittiği rivayet edilir mesela.
Davetçide kendiliğinden oluşan bir vakar vardır. Zira alan değil, verendir. Malından, vaktinden, hatta yeri geldiğinde kişiliğinden ödün verendir. Korkaklıktan ve cimrilikten sık sık Allah’a sığınan Peygamber(as)’ın üzerine hayvan işkembesi atılırken verdiği ödün ne haşa korkaklığındandı ne de acziyetindendi. Örnek Davetçi’nin o günün şartlarına göre davayı önceleyen doğru tutumuydu sadece. Bu nedenle başı hep diktir davetçinin.
Hiçbir karşılık beklemeksizin verilen çabadır davet. Şayet varsa davetçi kimliğinden ötürü elde ettiği bir menfaat veya avantaj, o zaman da o davette ve davetçide de vardır bir problem.
Davetçi elbette en yakınındakilerinden başlamalı. Ama oraya da asla takılıp kalmamalı. Yakınlarıyla bazen imtihanı ağır olur davetçinin. Davet halkası olabildiğince geniş olmalı ve aslında her anımız aynı zamanda bir davet olmalı. Çalışırken, yerken, konuşurken, sevinirken, öfkelenirken çevresi ondan etkilenmeli. Sevinci de, öfkesi de insan ve insanlık yararına olmalı ki “lisanı hâl” etkili olsun.
Bir önemli husus da Peygamberimiz (as) ve sahabe döneminin davet metodunu motamot-birebir günümüz dünyasına uyarlamamalı davetçi. Hem üretim, tüketim, iletişim ve sosyal yaşam bambaşka bir yerdedir hem de yaşadığımız toplum büyük oranda Müslüman toplum. Kendini Müslüman kabul eden birini davet edeceğimiz şey bambaşka bir şey olur ve bambaşka formatta olmalı. Davetçi daveti de kendini de günün dünyasına ve insanına uyarlamalı. Yaşam ilişkilerimizi belirleyen günümüzün iletişim, etkileşim araçlarını asla hesap dışı tutmamalı ve günümüz insanına ve dünyasına uyarlanmalı.
Aslında her davetçi bir özgün metottur ve her davet edilen de özgün bir muhataptır. Bu da daveti çeşitlendirir ve zenginleştirir. En önemlisi de davet ettiğimiz inanç cem olmayı, bir vücudun azası olmayı, birlikte hareket etmeyi emreder. O halde davet asla bir başına yapılacak bir eylem değildir. Bu nedenle içinde bulunduğumuz davetçi topluluğunun çeşitliliğinden ve zenginliğinden yararlanabilmeli davetçi. İslam bir başına yaşanılan bir din olmadığı gibi davetçi de bir başına olamaz. Bir başına ise zaten inancının temel kaidesini bozmuştur ve başkasına verebilecek bir şeyi kalmamıştır.
Elbette davetçi için söylenecek daha çok şey var ve sizleri onlara boğmak istemem. Ancak sonuç olarak şunu rahatlıkla söyleyebilmeliyiz ki içtenliği ve ameli davetçinin en büyük silahı olmalı. Gerisi çorap söküğü gibi gelir.
Ayrıca da davetçi her halükarda başaran ve kazanandır. Zira sonuçtan sorumlu değildir.
Söylem ve eylemi bir olanlardan olma dileğiyle…
Mehmet Gülsever