Son yirmi yılda hep “vatansız mücahitler tehdidi” propagandası yapıldı. Söz konusu kavramla kastedilen, dünyanın herhangi bir yerinde fırsat bulduğunda İslam adına eylem yapabilecek gençlerdi.
Bu gençlerin potansiyelleri neydi ve onları, kim, ne için yönlendiriyordu?
Birileri, bu soruları sordurmakla dünyayı o nefessiz propaganda ile uyuturken ortalığı “vatansız serseriler” kapladı. “Vatansız serseri”lerden kastım, ait olduğu inancı, kavmi, coğrafyayı yok sayarak dünyada “boş şey” adına ne varsa ona hücum eden, kaygısız, duyarsız, bakışı güvensiz, kibirli, alaycı bir gençlik…
Bugünün bu “küresel gençliği”, Batı’nın dününün gençliğiydi. Batı, kendinde gençlik bırakmadı, dünya gençliğini de serserileştirerek batırıyor.
Eğer “milli felaket” kavramının zihinlerde bir yeri kalmışsa bu, bütün ülkeler için bir “milli felaket”tir. Bizi bir “milli felaket”ten korumak da herhalde Milli Eğitim Bakanlığı’nın temel görevleri arasındadır. Ancak her şeyi Bakanlık’tan beklemek de felaketin bir parçasıdır. Hatta bu, daha büyük felakettir.
Ne yazık ki Bakanlık da işlerini ona bırakmaması gereken sivil kurumlar da bu felaketin bertaraf edilmesi için özgün yeniliklere açık görünmüyor.
Gerek Bakanlık gerek sivil kurumlar, sabitleri arasında yer almaması gereken bir yanlarını daima bir akide gibi “eski” tutuyorlar; diğer yanlarını yenilemek içinse Batılıların bir şey yapmasını bekliyorlar.
Bu kahredici hâl bir türlü değişmiyor ya da bu kahredici hâli kavrayanlar, kavramayanlara bir türlü anlatamıyorlar.
Milli Eğitim Bakanlığı, öteden beri değişiklikler yapıyor. Ancak bugüne kadar yapılanlar, hep “Batı izinde” yapıldı. Batı’da yapılanlar, bir şekilde Türkçeye çevrildi. Değişim “taklit” kadar kolay olunca her gelen, eğitimde “değişim” yaptı; eğitim binasının boyasına Batılı renklerden bir renk attı.
Bakan Ziya Selçuk, 18 Mayıs’ta “2023 Vizyonu” çerçevesinde bakanlığın “Ortaöğretim Tasarımı” programını “Liselerde ne yaptık?” manşetiyle açıkladı. Bu tasarım da sair değişikliklerden midir, bir özgünlüğe sahip midir? Bir özgünlüğe sahipse bizi “vatansız serserilik”ten kurtarabilir mi?
Bugüne kadar eğitim sistemi, lise programını ortaokul programının genişletilmiş programı olarak ön görüyordu. Örneğin öğrenci, ortaokulda fen bilgisi dersinde temel biyoloji bilgilerini alıyordu, lisede ise o bilgilerin ayrıntılarıyla karşılaşıyordu.
Bu, doğru tasarlanmış görünmekle beraber, lisenin zorunlu eğitim kapsamında olduğu gerçeğiyle beraber öğrenciyi okuldan soğutacak kadar büyük sorunlara yol açıyordu.
Konunun anlaşılması için kendimize soralım: Tarih okuyacak bir öğrenci için temel biyoloji bilgileri neden yeterli olmasın? O öğrenci, neden biyolojideki ayrıntıları ders sıkıcılığı içinde ve not sistemine bağlı olarak öğrensin? Bu sorunun makul bir cevabı hiçbir zaman olmadı.
Bu sistem, ortaokulu da anlamsız hâle getirdi, bir geçiş evresi gibi yaptı. Oysa insan ömründe her evre değerlidir ama ortaokul çağı çok daha değerlidir. On-on dört yaş arasına denk gelen o evre, çocukluk ve ilk yetişkinlik dönemi ile birlikte insan eğitiminin en önemli üç evresinden biridir.
Olması gereken nedir? İnsan için gerekli bütün temel bilgilerin ama kesinlikle ana hatları ile ilkokul ve artık “ilköğretim ikinci kademe” diye adlandırılan ortaokulda öğretilmesidir.
Bunun için henüz ilkokul ikinci sınıftan başlanarak öğrenciye temel bilgiler öğretilmeli, ortaokulda bu bilgiler bir miktar genişletilmelidir. Lise yılları, öğrenci için o bilgilerin beyhude tekrarlandığı yıllar olmamalı, akademik eğitime geçiş süreci olarak değerlendirilmelidir.
Bu doğrultuda öğrenci liseye geçtiğinde artık bir alana sahip olmalı, o alan doğrultusunda eğitimine devam etmelidir.
Bununla birlikte lise eğitimi, içeriği ve neticeleri ile öğrenciyi üniversite eğitimine mahkum etmemeli, onu bir alanda az çok yetişmiş, “teknisyen” olabilecek kadar donanımlı bir şahsiyet olarak hayata hazırlamalıdır.
28 Şubat Dönemi’nde zorunlu eğitim bu hâle getirilmeden önce sistem, meslek liseleri üzerinden az çok böyle işliyordu. O berbat değişimden önce bir öğrenci ortaokulda temel bilgileri aldıktan sonra Ziraat Meslek Lisesi’ne giderek dört yıl sonra gayet iyi bir ziraat teknisyeni olarak mezun olabiliyor ve iş hayatına atılabiliyordu. Gençlerin erkenden iş hayatına atılıp aynı zamanda evlenmeleri açısından da o sistem çok makuldü.
“Çağdaşlaşma” hatırına hiç düşünülmeden yapıldığı zannedilen 28 Şubat zorunlu eğitim değişimi, aslında aile kurumu gibi temel kurumlar üzerinde sosyal neticeler doğuracak kapsamda ayarlanmıştı. Eğitim politikaları neredeyse matematikseldir. O değişim, bu gerçeklik içinde bugün aile kurumunun dağılması gibi hususlarda yaşadığımız pek çok sorunun oluşmasında iş gördü.
Bakanın açıkladığı son tasarı, o kötü değişimin izlerini siliyor mu? Hayır. Ziya Selçuk’un tasarısı, genel liselerle ilgili düzenlemeleri kapsıyor ve öğrencinin ders yükünü azaltmayı hedefliyor. Öğrenciyi ilgisini dağıtan ve böylece başarısını olumsuz etkileyen ders yükünden kurtaran düzenlemeler olumludur.
Ne var ki Ziya Selçuk’un tasarısı da öğrencileri zorunlu eğitim kapsamında hem genel liselere hem üniversiteye mahkum bırakıyor.
“Etkin bir yönlendirme sistemine ihtiyacımız var” diyen ve yine iş adamlarının “Liseler, neden yetişkin eleman ihtiyacımızı karşılamıyor?” sorusunu aktaran Bakan, sorunu anlıyor ama Batılı dar bir çerçevenin dışına çıkamadığından çözemiyor.
“Bir ülkenin fabrikalarında ustabaşları neden mühendis olsun?” sorusuna cevap verebilecek kimse var mı? Lise yıllarında temel makine bilgilerini almış bir genç düşünelim: O genç, on dokuz yaşında fabrikaya işçi olarak girip makine ile tanıştığında dört yıl sonra bir makine mühendisliği bölümünün ona vereceğinden kat kat daha fazlasını almaz mı? Bir bilgi açığı oluşacaksa bu açık gayet rahat bir şekilde genç, fabrikada çalışırken iş eğitimi doğrultusunda giderilemez mi?
Elbette giderilir ama her şey açık olmasına rağmen sırf Avrupa kriterlerine göre üniversite mezunu sayısı artsın diye bütün gençlerimiz genel lise eğitimine mahkûm bırakılıyor. Bu yaklaşımla meslek liseleri de aslında ders yükünün arttığı bir genel lise konumuna düşürülüyor. Nihayetinde lise yılları, ilköğretimin ikinci kademesi ile üniversite arasında anlamsızlaştırılıyor.
Ne yazık Bakanın açıkladığı Ortaöğretim Tasarımı, bu yapıyı değiştirmiyor.
Bununla beraber, her kim tasarının esasını belirlemişse doğru belirlemiş, en azından yanlış bir yapı içinde doğru bir iş yapmış ki bu son yıllarımızın da ana karakterine de uygundur.
Bu tasarı, kısmen Batı’dan ayrılma yönünde işaretler taşıyor. Zira tasarının esasını, temel değerlerini hep koruyan ama çağın gerekleri için kendisini sürekli yenileyen bir gençlik özlemi oluşturuyor. Buna tasarının zorunlu ders dağılımından kolaylıkla anlayabiliyoruz.
Buna rağmen bu tasarının hayata geçirilmesi de bizi “vatansız serseriler”den oluşan bir gençlikle yüz yüze kalmaktan kurtarmayacaktır.
Bu tehlikeden kurtulmak, ancak bütün kurumların el birliği içinde geleceğin gençliği için seferberlik halinde ve taklitten uzak bir şekilde çalışması ile mümkündür.