Artık herkes kabul ediyor: Gezi Parkı direnişinde Başbakan Erdoğan'ın sergilediği inatçı, basiretsiz tutumun yol açtığı kitlesel gösteriler, hükümeti istifaya zorlamaya yönelik bir enerjiyle kuşatılmış durumda...
Hükümetten gelen, “Bu, başından itibaren hükümetimizi yıkmaya yönelik bir komplodur... İstihbaratımız var, 1 Mayıs'ta başlatacaklardı, olmadı... Çevre duyarlılığını harekete geçirerek başlatacaklarını da biz öngöremedik” açıklaması önemli.
Diyelim ki birileri gerçekten de Gezi Parkı ruhunu, hükümeti devirmeye yönelik bir “asabiyet” yaratmak amacıyla kullanıyor... İyi de, bu durumda, her şeyden önce komplo sahiplerinin kullandığı bu zemini ortadan kaldırmak gerekmez mi? Başbakan, bu kadar büyük bir tehlike karşısında neden o tek cümleyi sarf edip, komplocuların ayaklarını bastığı bu zemini ortadan kaldırmıyor.
Bu sorulara rasyonel cevaplar bulmak çok zor.
Olaylar Türkiye'yi, hükümetin hükümet edemeyeceği bir kaos noktasına vardırırsa, tarih herhalde olan biteni büyük bir “siyasi aptallık” olarak kayıtlara geçirecektir.
3 Kasım 2002'den beri aynı ruhu taşıyanlar...
Hükümetin, kendi meşru iktidarına meşru olmayan yollardan son vermeyi amaçlayan güçlere dair algısı elbette bir vehimden ibaret değil.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AK Parti) iktidara geldiği ilk günden itibaren bu iktidarı meşru görmeyen siyasi güçlerin bulunduğunu kim inkâr edebilir? Bu ülkede, iktidarın hangi yolla olursa olsun alaşağı edilmesinden memnuniyet duyacak milyonlarca insanın bulunduğunu kim inkâr edebilir?
Seçim gecesi (3 Kasım 2002) Ulusal Kanal'da canlı yayına çıkan İşçi Partisi (İP) Genel Başkanı Doğu Perinçek'in şu sözleri unutulabilir mi:
“Milletler de gaflete düşer, millet gaflete düşmüştür... Bu iktidar gayri meşrudur ve en geç üç-beş ay sonra milli kuvvetler tarafından yıkılacaktır.” (Tesadüfe bakın ki, ilan ettiği tarih, tam olarak Birinci Ordu'da Balyoz seminerinin yapıldığı günlere denk geliyordu: Mart, 2003!)
Bu kesimler, “gayri meşru” iktidarı seçim dışı yollarla yıkmayı akıllarından hiç çıkarmadı...
28 Şubat'ın, Batı Çalışma Grubu'nun sert generali Doğu Silahçıoğlu, 3 Şubat 2008'de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Çıkış Yolu” başlıklı makalesinde, artık nasıl bir samimiyet krizi içinde kaleme aldıysa, bütün bu hevesi büyük bir açıklıkla bir kez daha dışa vurmuştu.
Başbakan'ın yakınında bulunan siyasi figürlerin Başbakan'a mutlaka okutmaları gerektiğini düşündüğüm makaleyi burada kısaca bir kez daha özetleyeceğim, daha doğrusu Taraf'ta 12 Şubat 2008'de kaleme aldığım yazının bir bölümünü dikkatinize sunacağım...
'Milyonlar nereye gerekiyorsa oraya yığılmalı'
Yazının spotunda, “Çıkış Yolu”nun olmazsa olmaz unsuru saptanıyor önce:
“Laik Cumhuriyeti savunmaya kararlı her yurttaş, hükümetin antidemokratik uygulamaları karşısında, toplumsal tepkisini olanca gücüyle ortaya koymalı; anayasal kurum ve kuruluşların da desteğinde, halkın geniş katılımıyla bir 'ulusal cephe' oluşturulmalı ve AKP hükümeti en kısa sürede iktidardan uzaklaştırılmalıdır!..”
Yazara göre, teorik olarak üç yöntemden söz edilebilir bu amaca ulaşmak için: Siyasal, hukuksal ve toplumsal yöntemler… Yazar, gerek siyasal yöntemin aracı olarak gösterdiği gensoru önergesi vermeyi, gerekse de hukuksal yöntemin aracı olarak gösterdiği parti hakkında kapatma davası açmayı “sonuç alınmasını engelleyebilecek faktörler” nedeniyle eledikten sonra, yegâne çare olarak gördüğü “toplumsal yöntem”e geliyor. Bu yöntem pratikte şöyle uygulanacakmış:
“Atatürk Cumhuriyetini savunan ‘ulusal cephe’ nin tüm yandaşları meydanları doldurmalı; milyonlar nereye gerekiyorsa oraya yığılmalı, nereye gerekiyorsa oraya çıkarılmalıdır...”
Yazıda nihai amaç da şöyle belirlenmiş: “(Hedef) sonunda hükümeti yönetimden çekilmeye mecbur etmektir.”
'AKP'nin yeniden kazanmaması için...'
İyi de, ya bu türden “kurumlarla birlikte yürütülen” operasyonlar sonrasında devrilen hükümetlerin yerine benzerlerinin gelmesi nasıl önlenecek? Önlenecek mi? Yazara göre evet:
“Ne var ki ‘AKP’ bir şekilde iktidardan uzaklaştırılsa bile, bu yöntemin başarıya ulaşması da bir diğer gelişmeye bağlıdır. O da; ‘Atatürk Cumhuriyeti’ yandaşlarının genel seçimler sonrasında siyasal iktidarı ele geçirebilmeleri ve yeni bir nesil yetişinceye kadar yönetimde kalmayı sağlayabilecek önlemler geliştirmeleridir. Çünkü ‘AKP’ ya da onun ardılları, seçimi yine kazandıkları takdirde, değişen bir şey olmayacak, bugünkü resim yeniden ortaya çıkacaktır!..”
Önce 27 Mayıs öncesine dönüş, ardından 27 Mayıs!
Peki, bu nasıl olacak? Paşa işte bu noktada yazısına “Tarihsel öğreti” diye bir ara başlık koyuyor ve gayet masum bir 27 Mayıs hatırlatması yapıyor:
“Bilindiği üzere tarih geniş bir öğreti alanıdır. Hiç kuşku yok ki benzer olaylar her zaman aynı sonuçları doğurmasa da, gelişmeler belli çizgide seyretmektedir!.. Geçmişte yaşananlar; içinde bulunduğumuz sorunlar karşısında bize bir çıkış yolu göstermektedir!.. ‘27 Mayıs 1960 Devrimi’ öncesinde, DP iktidarının siyasal baskılarına ve antidemokratik uygulamalarına karşı, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü TBMM'de seslenmektedir: ‘Baskı idaresine millet bütün namuslu teşkilatıyla, bütün sade vatandaşlarıyla direnecektir!.. Eğer bir idare insan haklarını tanımaz, baskı rejimi kurarsa o memlekette ayaklanma olur!.. Eğer insan hakları yaşatılmaz, vatandaş hakları zorlanırsa, baskı rejimi kurulursa, ihtilal behemehal olur!.. Şartlar tamam olduğu zaman, milletler için ihtilal meşru bir haktır!.. Fakat ihtilal aslında bir millet hayatının asla arzu etmeyeceği, çetin ve tehlikeli bir ameliyattır!.."
Yazar, bu hatırlatmadan sonra, ihtilalden önce yapılması gerekenleri de gene o günlere dönerek şöyle hatırlatıyor:
“Siyasal yönetimlerin her zaman meşru girişimlerle el değiştirmesinden yana olan İnönü, bunu gerçekleştirebilmek için o dönemde, parti olarak geniş ve kapsamlı bir kampanyanın yürütülmesinden ve iktidara karşı: basın, üniversiteler, gençlik, meslek kuruluşları ve halkın da içinde yer alacağı geniş bir cephenin oluşturulmasından yanadır!..”
Bu makaleyi bugün nasıl okumalı?
Başbakan, benim anladığım kadarıyla “Gezi ruhu”nu, benim T24'teki ilk yazımda (“Ataerkil siyasetin sonu”) anlattığım gibi “Yeni Türkiye”nin bir türevi olarak değil, “Eski Türkiye”nin bir oyunu olarak değerlendiriyor.
İşte büyük yanılgı da tam bu noktada başlıyor.
Hükümet, “komplonun çevrecilik duyarlılığı istismar edilerek başlatılacağını öngöremedik” diyor.
Yanılıyor, yok böyle bir şey. “Eski Türkiye”nin politik figürleri de oradan kitlesel bir eylem doğabileceğini öngörememişlerdi; hepimiz gibi...
Başbakan ve hükümet, “Eski Türkiye”nin politik güçlerinin, “Yeni Türkiye'nin krizi”ni eski tipte bir krize dönüştürmek için harekete geçtiklerini söyleselerdi onlara hak verirdim.
Zaten bu tespiti yapabilselerdi, ilk işleri “eski Türkiye”nin politik güçlerinin bu manipülasyonu gerçekleştirebilmelerinin imkânını onların ellerinden almak olurdu.
Yazık... Yazık... Yazık...
AK Partililere bugünlerde Ulusal Kanal'ı izlemelerini tavsiye ediyorum...
3 Kasım 2002 gecesi iktidarı “gayri meşru” ilan eden kanalın bugünlerde bütün enerjisini, eylemlerin “hükümetin istifası”yla sonuçlanması gerektiğine ayırması, CHP ve MHP'yi bu çağrıyı yapmadıkları için kınaması belki onlar için uyarıcı olur.