Ölümden bahsediyorum. Hepimizin ara ara zihninin en ücra köşelerindeki unutulmuş mekanlardan tutup, hayatın yaşattıkları sayesinde gün yüzüne çıkardığı, en büyük ve kaçınılmaz gerçeğimiz...
Yukarıda okuduğunuz paragrafı henüz yazmıştım ki garip bir şey yaşadım. Buyrun, oradan devam edelim...
Dünyanın bütün keşmekeşliğinden harflere sığınmış, kitap okuyordum. Karanlıklarımı aydınlığa çeviren harflerle bir arada olmanın sevinci ve heyecanında idim. Lakin ansızın zihnimde ölüm hakikati belirdi, sebepsizce... Bıraktım kitabı ve karşımdaki duvarda asılı duran şaşaalı tabloya dikkat kesildim. Tabloda ölümü hatırlatacak hiçbir ibare ve şekil yok iken tabloda ölümü kokladım. Sebepsizce...Dakikalarca seyre daldığım tablo ölüm ile ilgili sizlere aktarmayı düşündüğüm şeyleri zihin dünyamda tasarlamama yardımcı oluyordu. Baktıkça ölüyor, öldükçe buluyordum kelimeleri. Ve harfler; ölümle, ölümümle diriliyordu. Artık hazırdım. Artık benliğimi öldürüp, ölümü kendisine kabullendirmeli ve sizlere de aktarmalıydım.
Açtım telefonumu, girdim 'notlarım' dosyasına. Bembeyaz, tertemiz bir sayfa açtım. Doğumu hatırlatan temiz sayfaya, ölümü işleyecektim. Bütün bunları yaparken süslü cümlelerim peşi sıra aklımdan, parmaklarımın ucuna varmak üzere yarışıyorlardı. Ben ise hiçbirini unutma niyetinde olmadığımdan parmaklarımı hızlı çalıştırmak zorunda olduğumu fark ediyordum. Maksadım sizlere ölüm gerçeğini hatırlatmaktı. Ölümden korkanların aslında hesap gününde hesap verememekten korktuğundan dem vuracaktım. Daha da çarpıcı olanı ölümden sonra unutulup gitmekten korktuğundan, ölüm korkusundan ziyade belki de unutulma korkusunun ölümle aramıza mesafe koyduğundan bahsedecektim. Ve bunun yaşanmaması adına öldükten sonra sadaka-i cariye kabilinden bir fikir, bir eser, bir insan yahut imrenilecek hasletlerin tecessüm ettiği bir kişilik bırakmamız gerektiğini vurgulayacaktım. Zira bedenlerimiz çürüyecekti. Ve insanlığın faydasına sunulacak şey üç beş kemik parçası olamazdı. Mumyalaştırmamız gereken şey bedenlerimiz değil mefkûremiz olmalıydı. Yâd edileceksek mezarlarımızın başında değil, kalem ve kelamlarımızda yâd edilmeliydik.
Bedenimiz ölecekse de ismimiz ve ruhumuz ölmemeliydi kıyamete dek. İnsanlığın içinde yaşamalıydık ölmüş bedenlerimiz ile. Başlığım da bu minvalde idi.
Güzel olacağını düşündüğüm yazıma besmele ile başladım. Sanırım yazarken ölmeliydim. Ölmeden, ölümü işleyemezdim sayfalara ve gönüllere. Ölüm, sayfalarda dirilmeliydi. Harfler bir araya gelip kendi anlamlarını öldürdükçe, oluşan kelimeler gönüllerde dirilmeliydi. Ve aynı kelimeler az önce dirildikleri gönülleri diriltmeliydi. Gönüllerin, ölümü öldürmesi adına.
İlk cümlelerimi yazmaya başladım. Harfler karmaşıklaşmaya başlıyordu. Konu ölüm olunca, kelimeleri zihnimdeki kadar kolay yazamıyordu parmaklarım. Aklım ile parmaklarım arasında trafik sıkışıyordu. Damarlarımdaki kan, ölüm soğukluğundan buzlaşmış olsa gerek ki, sözcüklerin geçişine izin vermiyordu. Cümleler buzdan bariyerleri yara yara geçmeye çalışsa da bu iş kolay olmuyordu. Bu işi başaran iki üç cümle ile bu yazımın ilk paragrafını tamamlamıştım henüz. Tam o anda telefonuma bir bildirim geldi. Bildirimin merakı, yukardan bildirim çubuğunu indirene kadar sürdü. Bildirim çubuğunu indirmiştim.
...
Bundan iki hafta evvel sosyal medyada çok takipçili bir hesabı takibe almıştım. Hesap arada bir takipçilerine ölümü hatırlatacak mesajlar yolluyordu. En azından ara ara dünya meşgalesinden beni sıyırır da ölüm gerçeğini unutmama engel olurdu diye takip etmiştim. Ve arada bir gönderdiği mesajlar beni hedefime ulaştırıyor, ölümü anımsatıyordu.
...
Bildirim çubuğunda kalmıştık. Evet, indirdim bildirim çubuğunu. Bildirim aynen bahsettiğim o hesaptan gelmişti.Tevafuk... Kalbimin atış sesi kulaklarım ile işiteceğim seviyeye yükseldi. Zira bu tevafuk beni ürkütmüştü. Parmaklarım ölümü yazmayı bırakmış, gözlerim ölümü okumaya hazırlanıyordu. Sanırım ölümü önce yaşamalı, sonra yaşatmalıydı. Bastım bildirimin üstüne. Artık ölüm mesajımı okuma anıydı. Yaşadığım tevafukun yaşattığı garip duyguyu anlatmakta aciz kalıyorum. Affola...
Ve mesajı okudukça tüylerim diken diken oluyor, kalbim göğüs kafesime sığmıyor, bacaklarım bütün tâkatini yitiriyordu.
Mesaj metni aynen böyle idi: "Bir gün gelecek ben de öleceğim, belki size ölüm mesajı atanınız olmayacak. Ama unutmayın benim size ölüm mesajı atmamış olmam sizin öleceğiniz gerçeğini değiştirmeyecektir."
Fazla bir şey söylemeye lüzum olmasa gerek. Ölümü yazma niyeti ile koyulduğum yolda, zerrelerim ile hissetim onu. Ölüm gerçeği asla değişmeyecekti. Zira 'Her nefis ölümü tadacaktır'(Ankebut-57)
İşte ben bu tarifsiz duygulu halimle tekrar yazıma döndüm. Ama maalesef harfler aklımdaki yerlerini tamamen terk etmişti. Artık harfler, yerini sadece dört harfe bırakmıştı: Ö-L-Ü-M !!!
İlk yazacağım konu ile ilgili aklımda hiçbir şey kalmamıştı artık. Cümleleri hatırlayamıyordum. Hatırlayacak psikolojide de değildim zaten.
Yazma planlarımı alt üst eden bu olayı yazmaya karar verdim ve başladım anlatmaya. Zira bir gün ölümü yazacak fırsatı herkes gibi ben de bulamayabilirdim. Bu fırsatı tepmemeliydim. Madem ölecektim, o zaman ölmemeliydim. Ölmemenin tek yolu bu fırsatları harcamamaktı. Yazmalıydım nakış nakış gönüllere. Duymalıydı sesimi kainat. Bağrında hissetmeliydi nefesimi, ben öldükten sonra. İşte bundan dolayı ölmemeliydim, bunun için yazmalıydım. Hemen, şimdi! Ölene kadar!
Evet, ölüm var ve hep olacak. Ancak acı olan asla bu değil/olmamalı. Acı olan; ölümü unutturan gafletimizin olması. Acı olan; etrafımızda, yüzüne bakınca Allah'ı, ölümü ve mizanı hatırlatacakları biriktirememiş olmamız. Acı olan; ölümü, yalnız mezarlıklara üflediğimiz Fatiha'larda aramamız...
Ölümü unutma gafletine düşmeme duası ile...
Hüseyin Gülsever