İslâm dünyası mağdur, Müslümanlar zulüm altında inim inim inliyor. Ama zalim, aynı zamanda hâkim kürsüsünde, suçlu olarak Müslümanı işaret ediyor. Bu hâkim kürsüsüne oturmuş zalim, Müslümana söz hakkı vermeden sözde delilleri peş peşe sayıyor. Mahkemede hazır olanların zihninde Müslümanın suçlu olduğuna dair imajı oluşturuyor, zihinlerde komutları kuruyor ve herkes bir ağızdan bağırmaya başlıyor: “Müslüman suçlu”. Bu ses dışarıda “Her Müslüman suçludur.”, “Müslüman olan suçludur.” Hatta “Her suçlu, Müslümandır.” şeklinde yankılanıyor.
Bugün, dünyada oynanan tiyatro budur ve hepimiz bu tiyatronun birer figüranı oluyoruz veya olmak üzereyiz.
Müslüman olarak yanılgı noktalarımızdan biri, bizim Batı'nın keşiflerini hep teknikte düşünmemizdir. Oysa Batı'nın sosyal bilimlerdeki keşifleri en az teknikteki keşifleri kadar önemlidir. Belki de kat kat daha önemlidir.
Batı'nın aklı sosyal bilimlerde saklı; tekniği ise sadece bir araçtır. Araç, bize görünüyor ama art aklı anlamakta güçlük çekiyoruz.
Bizde akıl ile vahiy öylesine yaklaşmış ki, Müslüman aklı öylesine vahiy ile şekillenmiş ki biz her aklın adil olacağını zannediyoruz. Batı aklı derken, “Batı” sözcüğünü atlıyor; akla odaklanıyor ve bu aklın doğru yaptığına inanma hatasına düşüyoruz. Madem akıldır, yanlış yapmaz yanılgısı ile yüz yüze kalıyoruz. “Batı, Müslümanlar suçlu diyorsa Müslümanlar suçludur.” neticesine biz, bu yanılgı ile ulaşıyoruz.
Oysa yüz yüze olduğumuz, Batı'nın sosyal bilimlerdeki en araçsal keşiflerinden “algı yönetimi”dir.
Batı, dağa taşa kazıtarak, kafesteki kuşa, ağaçtaki dala söyleterek “Müslüman suçludur” diye dört yanımızda ilanda bulunuyor. Daha dün sarayın efendisi olanı saraydan kaçırmış, onu zorbalıkla köle diye mühürlemiş, onu kamçılarken, onun bedenini kanatırken, onu darağacında sallandırırken borazanlarına “Bu adam itaat etmedi, emir dinlemedi, bana karşı çıktı, ölümü hak etti” diye söyletiyor ve biz o borazanlara inanıp o dünün hür adamının bugün “iyi bir köle” olmadığı için suçlu olduğuna, ölümü hak ettiğine inanıyoruz.
Farkında değiliz ama zalimin yargısını kendi yargımız görmeye başladık. Zalimin hükmünü zalim kadar, hatta zalimden çok sahiplenmeye başladık.
Zalimler, “Müslümanlar suçlu” dediği an, biz de Müslümanda suç aramaya başlıyoruz. Suç ve Müslüman, bizim zihin dünyamızda öylesine yan yana getirilmiş ki suçu Müslümandan başka kimsede aramıyoruz. Kendimizi mazlum Müslümanın suçluluğuna inandırmak için kimi zaman mezhebi kimi zaman kavmi kimi zaman basit bir fikrî ayrılığı öne koyuyoruz. Zalimin hükmünü kendi ön yargılarımızla meşrulaştırma yoluna gidiyoruz.
Bunun için zalimin bugünkü zulmünü görmediğimiz gibi onun tarihteki zulümlerini de unutuyoruz. Suçu ona yakıştırmıyoruz. Onu “insan” dediği kölelerine daima iyi davranan, onların hak ve hukukunu hep özenle koruyan adil hatta masum bir “efendi” olarak görüyoruz. Sorunlarımızı ona götürüyor, onun huzuruna çıkabilmek için birbirimizle yarışıyoruz. Onun mahkemesinde biraz olsun adalet bulabilmek için günlerce kapısında bekliyoruz.
İşte İslâm âlemi...
Nerede Endülüs...
Nerede koca Hint kıtası...
Nerede Uygur yurdu Doğu Türkistan...
Nerede Karadeniz'i çevreleyen ezan sesleri...
Nerede tekbir sesleri ile yankılanan
Kafkaslar...
Ve şimdi...
Müslümanların mukaddes Mescid-i Aksa'sı Batı'nın bile tarih boyunca pis gördüğü, tiksindiği Yahudilerin ayaklarının altında... Her gün yanı başında bazen daha çocuk yaşta bir Müslüman kurban ediliyor...
Afganistan'dan sonra Irak, Suriye, Yemen, Nijerya kan gölü...
Milyonlarca Müslüman muhacir... Muhacir de değil... Çaresizliğinden yollara şaşkınca düşmüş, dehşet içinde kaçkın...
Müslüman çaresiz..! Müslüman mağdur...Müslüman perişan.... Zulmün asıl müsebbibine sığınıyor. Zalim, ona kapısında bir ekmek vermeyi bile çok görüyor. İtiyor, kovuyor.
Hayır, bu adil bir durum değil... Hayır, bu meşru mahkeme değil, despot muamelesidir.
ÖNCE REDDİ HÂKİM YAPMALIYIZ
Zalim olan, suça sebep olan, suçu finanse eden, suçu yöneten, suçu bizzat işleyen hâkim kürsüsüne oturabilir mi?
Küstah katil, kendi mahkemesinin reisi olursa suçu maktulde gösterir elbet... Bu küstah katil, mahkeme kürsüsünden inmeli. Onun hâkimlik sıfatını her yerden önce zihnimizden silmeliyiz. Onun verdiği hüküm, hüküm olamaz, zira o hâkim değil, diyebilmeliyiz.
Müslümana Batı'nın hükmüyle yaklaşmaktan vazgeçmeliyiz.
Batı'nın Müslüman hakkındaki yargısını kendi yargımız gibi kabullenmekten utanmalı; o halden uzaklaşmalı, Batı'nın hükmü bizim hükmümüz olmamalı; biz meseleyi bütün taraflarınca Hak mahkemesine taşımalıyız, taşıyabilmeliyiz.
Reddi hâkim talebimizi, bu “hâkim” ve “mahkûm” algısı zihnimizden silininceye kadar haykırmalı, bu algının her tür habis etkisinden temizleninceye kadar zihinlerimizi arındırmalıyız.
Yüce Allah buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulülemre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resûl'e götürün; bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisa 59)
Ama bizim zihinlerimiz vahiyden koptu. Biz, zihinsel bir anlaşmazlık yaşadığımızda da pratik bir anlaşmazlık yaşadığımızda da bunu Batı'nın kendi çıkarı için ürettiği hükümlere götürüyor. Meselelere Batı'nın yaklaştığı gibi yaklaşıyoruz ve nihayetinde Batı'nın çıkarına uygun bir hükme varıyoruz.
Bu yanlış bir muhakemedir ve burada hâkim diye tayin olunanın hâkim olma hakkı yoktur. Onu pratikte reddedemiyorsak bari kendi iç dünyamızda reddedelim. Aksi halde hükümde zalim gibi düşünür, zalime ortak oluruz.
İSLÂM DÜNYASI BU KILIFA SIĞMIYOR
Müslümanlar için sınırlar ve idareciler arızidir. İslâm dünyası, bütün olarak yaşamaya alışmış; Batı'nın kendisi için inşa ettiği ulus devlet hücrelerine sığmıyor. Batı'nın başına tayin ettiği gardiyanları kabullenmiyor. Kendi geniş ve hür dünyasının özlemiyle hareketleniyor, kapıları vuruyor, hücrelerden çıkmak istiyor.
Ya sınırlar bu kadar anlamlı olmamalı ya da etrafımızda bu sınırlar bulunmamalı.
BU ATEŞ BATI'YI DA YAKAR
Müslümanlar, başlarında Batı'nın çıkarlarının sınır bekçisi gardiyanlar değil, idareci arıyorlar. Kendileri için tayin edilen yapının değişmesini istiyorlar. Ama yapının sahiplerine çıkarlarına bundan daha uygununu bulamadıklarından onu korumada ısrar ediyorlar. Bu, gerginliğe, çatışmaya yol açıyor.
Batı, bu çatışmanın yol açtığı ateşin hep İslâm dünyasında yanmasını diliyor. Ateş, bizde yanacak, ateş bizi yakacak ama kendisi uzakta o ateşin sıcağında ısınacak. Ateş söndükçe bize kızıştıracak, bizi daha çok yakacak, onu daha iyi ısıtacak.
Vakanın en çıplak anlatımı budur.
Ama, ateş uzağınızda olsa da ani bir rüzgar onu üzerinize sıçratabilir. Isıtan ateş, bir gün yakan ateşe dönüşebilir.
Batı, buna inanmak istemiyor; bunun işaretlerini aldığında hırçınlaşıyor, ateşi söndürmek için çalışmayı değil, ateşin etrafına duvar örüp onu daha yakıcı hale getirmeyi seçiyor.
Ateş bu dar alanda kızışıp rüzgâr şiddetlendikçe bu ateş burada durmaz. Gün gelir, Batı'yı da yakar.
Batı'nın Batıcı olmayanı, Batı'nın insanî yanı artık bunu anlamak durumunda... Ama Batı'nın gayri insanî yönünün elindeki iletişim araçları bunu engelliyor. Buradaki ateşte yanan insanların çığlıklarının bir tiyatro sahnesinin sahte çığlıkları olmadığını, hemcinsine sahip çıkmayan insanın nihayetinde kaybettiğini anlamaya izin vermiyor. Zevk u sefaya dalmış olan o insan yanı, burayı hissetmiyor. Gaflet içinde uyuşmuş, her şeyin hep sandığı gibi yol alacağını zannediyor. Ateşi kendi kapısında gördüğünde şaşırıyor, tepkisini ancak “Bu da ney?” diyerek gösteriyor, meseleyi tahlil edecek kafada değil, meselenin ardını düşünemiyor, ateş ne taraftan gelirse o tarafa lanet okuyor.
Oysa Batı'nın kadim yüzünü bilen pek çoğumuz bile umudumuzu bu kesime bağlıyoruz. Bunların yardımımıza ulaşıp bizi bu ateş çukurundan kurtarmasını umuyoruz. Batı'dan çektiğimiz sıkıntının çaresini yine Batı'da arıyoruz. Kendisine hayrı olmayanın bize hayrının dokunmasını umuyoruz. Zindanın etrafındaki zindancı ailelerinden hayır uman zavallı mahkûmlar gibi olduk biz...
Onlardan yardım dilemek yerine “Burada yanan ateş bir gün sizi de yakar” diye seslenmeli, onları yardımın gerekliliğine değil, tehlikenin kendileri açısından da büyüklüğüne inandırmalıyız.
Bencil büyüyen, zevk u sefaya dalan o kesim, belki ancak böyle bir miktar hareketlenir, barbarlıktan kalma despot zihniyeti sorgular.
BATI İSLÂM DÜNYASINI KÖLE SAVAŞLARINA YÖNELTMEYE ÇALIŞIYOR
Batı, sosyal bilimlerindeki keşiflerine duyduğu güvenin kibriyle İslâm dünyasını hırçın, kanlı, kuralsız, tahrip edici ama etkisiz köle savaşlarına yöneltmeye çalışıyor.
Gerek Abbasî Dönemi İslâm tarihi araştırmaları, gerek kendisinin bizzat Haiti gibi Güney Amerika ülkeleri ve Birleşik Amerika'daki tecrübesi ona köle isyanları hakkında geniş bir literatür sağlamış.
Köle, aklıyla değil, hisleri ile hareket eder; kimseye güveni kalmadığı için genellikle kendi grubunu oluşturur. Gereken zamanda değil, hislerinin coştuğu anda isyan eder. Ortalığı birbirine katar. Mamur olanı yıkar. Güzel olanı, ateşe verir. Sıradan hiçbir insanda onun iş başına gelirse adil olacağı inancı kalmaz.
İşler kıvamına geldiğinde (!) efendiler, sıradan halkı ve onların kölelerini bu isyana karşı harekete geçirir. Bir tür arenada kölenin köle katletmesinden kan ırmakları oluşur ve her şey arenadaki efendinin keyfiyle biter. İslâm dünyasında bugün yapılmak istenen budur. Bir tür köle isyanı savaşlarıdır. Hırçın, yıkıcı, kanlı ve etkisiz...
Bu, yüce Allah'ın Resulüne öğrettiği kurtuluş yolu değildir. Bu, mağduru suçlu yapan etkisiz bir yoldur. Bu, zalimin hâkim kürsüsünde bulunmasına meşruiyet sağlayan, mağdur olanı nihayetinde zalime sığındıran tehlikeli bir süreçtir.
Müslümanlar, köle değildir ve köle isyanı türü savaşamazlar. Köle, isyanında haklı da olsa savaş tarzı ile haksız konuma düşer. Onun savaş tarzı farklı bir tür intihardır. Köle bu savaşta daha çok kazanmak için yola çıkar. Elindekini de kaybeder.
Batı'nın işgal ve zulümlerine karşı Müslümanların onurlu, netice verir, insanın hak ve hukukuna odaklı bir mücadeleye ihtiyaçları vardı. Bu mücadelenin koşulları olgunlaşırken bir müdahale yaşandı. Birileri İslâm âleminin Batı'ya karşı hak üzerine bina olan kıyamını rayından çıkarma yoluna gitti. Kıyam, zihinlerde isyana büründü.
Müslümanlar, hürdür, köleleşmez, köleleşmemeli, köleler gibi savaşmamalıdır. Şu an en acil olan durum, bu sürecin derhal son bulmasıdır; hak arayışını fitneye dönüştüren, kurtuluş umudunu sefaletle noktalayan bu halin bitmesidir.