Meşhur hikâyedir: Zamanın birinde yoksul bir mahallede cenaze vardır. Ancak musalla taşına konan cenazenin namazını kılacak bir imam bulunamamaktadır. Cemaat’in beklemekten canı sıkılmıştır artık.
İşte o sırada ayyaşlığı ile meşhur, başında kavuğu, sırtında cübbesiyle Bekri Mustafa görünüverir. Cemaat, Bekri’yi kıyafetinden hoca zannederek namaz kıldırmasını isterler. Bekri Mustafa her ne kadar ‘ben ayyaşın biriyim, imam filan değilim, namaz kıldırmasını da bilmem’ dese de, cemaat bunu duymaz ve kendisini zorla öne geçirirler. Yakayı kurtaramayacağını anlayan Bekri Mustafa, sarhoş kafa ile bildiği gibi bir namaz kılar. Namaz bittikten sonra Bekri, tabutun örtüsünü açar ve ölünün kulağına bir şeyler fısıldar.
Camaat merak eder ve Bekri’ye, ‘Efendi, ne kadar da büyük bir ilim ve irfana sahipmişsiniz, mevta ile neler konuştunuz acaba?’ diye sorunca, Bekri Mustafa gülerek cevap verir: Ölüye dedim ki, sen şimdi aramızdan ayrılıp hak dünyaya gidiyorsun. Oradakiler seni karşılayacaklar ve elbette dünyanın ahvalinden soracaklar. Sözü fazla uzatmana gerek yok. Onlara sadece, ‘Bekri Mustafa imam oldu dersin, gerisini onlar anlar artık’ dedim.
Bekri Mustafa’nın bu hikayesi ile bugünkü İslam dünyasının hal-i pür melali tıpa tıp birbirine uyuyor. Toplumlar için, hayati önem taşıyan görevlerin ehliyetsiz insanların elinde olması kadar kötü bir durum yoktur. Kötü idare ve ehliyetsiz idareciler toplumların bir tür kıyametidir. Evet, balık her zaman baştan kokar.
Son üç yıldan beri İslam dünyasında ‘Arap Baharı’ diye adlandırılan süreç, diktatör rejimlerden kurtulma umudunu yeniden canlandırdı. Arap coğrafyasının önemli bir kısmında diktatörler devrildi. Halk direnişleri, her tarafta etkisini göstermeye başladı.
Çıkarları açısından durumu kontrol altına alma ihtiyacı duyan egemen güçler, duruma direk veya dolaylı yoldan müdahale etmekte gecikmediler. Bölgenin en önemli ülkesi Mısır, bu türden müdahalenin en yoğun ve kapsamlı olanına sahne olmaya devam ediyor. Çünkü Mısır, bütün bir Arap dünyasının lokomotifi konumunda olan bir ülkedir. Onun kontrolünü kaybetmek bütün bir bölgeyi de kaybetmek olacağından müdahalede tereddüt etmediler ve olanlar oldu.
3 Temmuz 2013’de, halkın seçimiyle Cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursi askeri bir darbe ile devrildi ve şimdi cezaevinde. Askeri cunta, Mısır’ı eski diktatörlük rejimine geri döndermek için ne varsa yapıyor. Mısır’ın halk desteğine sahip en büyük hareketi İhvan-ı Müslimin, ‘terörist örgüt’ diye ilan edildi ve bütün üst düzey yöneticileri terör örgütü üyesi ithamıyla tutuklandı. Askeri darbeye karşı barışçı gösteri yapanların üzerine kurşun yağdırıldı ve binlerce insan katledildi. Tarihin nadiren kaydettiği vahşi katliamlar yapıldı. Daha geçen hafta Mısır devriminin yıl dönümünü kutlamaları için meydanlara çıkan insanların üzerine ateş açılması sonucu yüzden fazla insan katledildi. Yargı ve hukuk ayaklar altında.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi cuntanın başı Sisi, bir rüya gördü. Rüyasında, meşum Camp David’ anlaşmasının mimarı eski Cumhurbaşkanı Enver Sedat, Sisi’ye, ‘Sen Mısır cumhurbaşkanı olacaksın’ diyordu. Bu rüyanın gereğini yerine getirmek için Yüksek Askeri Konsey toplandı ve Sisi’nin Cumhurbaşkanlığına aday olmasının yolunu açtı ve Sisi adaylığını ilan etti.
Bu da yetmedi, Cumhurbaşkanlığı geçici koltuğunu işgal eden kukla Adli Mansur, eli kanlı diktatör Sisi’ye mareşallik nişanı taktı. Öyle ya, ne çetin savaşlar kazanmış bir asker olan Sisi’ye bu nişan verilmesin de kime verilsin.
Aslında sözü niye öyle uzattım ki; Mısır’ı altı ayda felç duruma düşürme başarısı gösteren bu diktatöre ‘Mareşallik unvan’ı verildi’ deseydim, Mısır’da olup biteni anlatmaya yetmez miydi?