Rönesans’ın doğurduğu Modern Avrupa, yalanı gerçek gösterme ve diğer milletleri Batı’nın en ileride olduğu tezine inandırma konusunda gösterdiği başarıyla ibreyi kendisine çevirmeyi başarmıştır. İslam âleminin merkezi olan Osmanlı’da da aşırı özgüven ve toplumsal bozulmalardan kaynaklanan teknik gerileme, Batı lehine oluşan algının ve psikolojik üstünlüğünün güçlenmesini sağlamıştır.
İslam medeniyeti üzerine yaptığı çalışmalarının yanı sıra şair, yazar ve siyasetçi kimliğiyle de tanınan Üstad Sezai Karakoç birçok eserinde Batılılaşma konusunu derinlemesine incelemiş ve önemli çıkarımlarda bulunmuştur. Üstad Karakoç, kaleme aldığı “Masal” şiirinde Batılılaşmayı trajik bir biçimde ele almıştır.
Bir baba ve yedi oğlunun bahsinin geçtiği şiirde her oğul birer zihniyet ve zamanı temsil etmektedir. Babanın oğulları sırasıyla Batı’ya gitmekte ve çeşitli maceralar yaşamaktadır. Üstad Karakoç, coğrafyamızın Batılılaşmasında etken olan faktörleri, oğulların yaşadığı bu Batı macerası çerçevesinde değerlendirmektedir:
“…Birinci oğul batı kapılarında
Büyük törenlerle karşılandı
Sonra onuruna büyük şölen verdiler
Söylevler söylediler babanın onuruna
Gece olup kuştüyü yastıklar arasında
Oğul masmavi şafağın rüyasında
Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri
Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere
Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı
Öcünü alsın diye kardeşini yolladı”
Bu dizelerde birinci oğuldan kastedilen Mustafa Reşit Paşa ve onun getirdiği sözüm ona modern yenilikler olsa gerek. Batı’daki teknik gelişmeleri takip edip kendi ülkesindeki aksaklıkları gidermesi umuduyla İngiltere’ye gönderilen M. Reşit, yukarıdaki dizelerde de söylendiği gibi ‘masmavi şafağın rüyasına’ dalmış, tamamen insan nefsine hitap eden modernizmi kendi ülkesine kültürel ilerleme şeklinde tanıtmıştır. Birinci oğulun öldürülmesinden değinilmek istenen ise onun Batı’ya benzetilmesi, Batı çarkının dişlilerinde kaybolmasıdır. M. Reşit Paşa ve onun zihniyeti tam da bu durumu andırmaktadır.
“İkinci oğul Batı ülkesinde
Gezerken bir ırmak kıyısında
Bir kıza rastladı dağların tazeliğinde
Bal arılarının taşıdığı tozlardan
Ayna hamurundan ay yankısından
Samanyolu aydınlığından inci korkusundan
Gül tütününden doğmuş sanki
Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu
Saçlarını güneş destelemiş
Yıllarca peşinden koştu onun
Kavuşamadı ama ona
Batı bir uçurum gibi girdi aralarına
Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr
Alıp götürdü onu …”
İkinci oğulun Batı ülkesinde gezerken rastladığı doğaüstü özelliklerdeki kızın, medeniyet denen olgunun temelinde yatan ruh ve onu harekete geçiren dinamizm olduğunu söyleyebiliriz. İkinci oğul o özün peşinden koşmakta fakat Batı zihniyeti oğulun öze kavuşmasına engel olmakta ve nihayetinde onu modern çarkın dişlisinde eritmektedir. İkinci oğulun temsil ettiği zaman dilimi ise Osmanlı ve diğer İslam topraklarındaki arayışlar olabilir. Özellikle ‘Bu ülke nasıl kurtulur?” sorusuna aranan cevaplar ve akabinde ortaya çıkan çeşitli akımlar bu durumu özetler mahiyettedir. Söz konusu akımların ülkenin kurtuluşu adına birbirleriyle giriştiği yarışta kazanan ne yazık ki ‘Garpçılık (Batıcılık)’ olmuştur.
“Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı ezildi yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat batının büyüsü ağır bastı …”
“…Şef oldu buyruğunda birçok kişi
Kravat bağlamasını öğrendi geceleri
Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler
Patron oldu ama hala uşaktı …”
Üçüncü oğulun yaşadıkları, I. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan Kurtuluş Savaşı ve hemen ardından kurulan cumhuriyet rejimini anımsatmaktadır. Dünya harbinde sayısız şehit veren ve şehirleri talan olan Müslüman coğrafyamız, bağımsızlığı uğrunda giriştiği savaşta görünürde kazansa da yeni kurulan düzen Batı’ya endeksli olmuştu. Ön yüzünde bağımsız, arka yüzünde ise her yönüyle Batı’nın eseri bir tablo ortaya çıkmıştı.
“Dördüncü oğul okudu bilgin oldu
Kendi oymak ve ülkesini
Kendi görenek ve ülküsünü
Günü geçmiş bir uygarlığa yordu
Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı
Batı bilginleri bunu kutladı
O da silindi gitti binlercesi gibi …”
“Beşinci oğul bir şairdi
Babanın git demesine gerek kalmadan
Geldi ve batının ruhunu sezdi
Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır
Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair
Topladı tomarlarını geri dönmek istedi
Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini
Kum gibi eridi gitti yollarda”
Dördüncü oğulun bilgeliği ve beşinci oğulun şairliği Batılı eğitim müfredatlarıyla yetişen, yaşadığı toplumun değerlerini Batı medeniyeti karşısında küçük düşüren ve aşağılayan sözde aydınları sembolize etmektedir. Batılı yaşam kültürünün etki ettiği ülkelerin tamamında bu tür dezenformasyon çalışmalarına rastlamak mümkündür. Özellikle ülkemizde ekranların köşe başlarına yerleşen konuşmacıların önemli bir kısmı dördüncü oğul görevini kutsal (!) bir edayla yerine getirmektedir.
“Sıra altıncı oğulda
O da daha batı kapılarında görünür görünmez
Alıştırdılar tatlı zehirli sulara
İçkiler içti
Kaldırım taşlarını saymaya kalktı
Ev - sokak ayırmadı
Geceyi gündüzle karıştırdı
Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara”
Altıncı oğul da hayal ve ideallerini özendiği Batı’ya peşkeş çeken, Batı’da yaşama ümidiyle beslenen ve zevkleri uğruna Batı’ya hizmet etmekten onur duyan gençliğe işaret etmektedir. Geçtiğimiz yıllarda bir 19 Mayıs günü televizyona çıkan gençlerden birinin en büyük hedefinin Alman vatandaşı olma ve Almanya’da yaşama isteğini dile getirmesi bu hazin durumu gözler önüne sermektedir.
Yedinci oğulun en büyük Batı kentinde Batılılara ruhunu kaybetmeyeceğini, bu uğurda ölümü göze aldığını ifade etmesi ve nurdan sütuna dönüşüp göğe uzanması günümüz Müslümanlarının Batı karşısında takınması gereken tavrı göstermektedir. Yedinci oğulun bir ayağının daima kendi özü ve ruhu üzerinde bulunması Batı kentinde olup da ruhunu kaybetmemesi İslam medeniyetinin yeniden ayağa kalkmasının umut ışığıdır.
Yusuf Bingöl