Daha ziyade sivillerin zarar gördüğü PKK'nin bombalı araç saldırılarının yoğunlaşması toplumda infial havası oluşturmuş, bir çok saldırıda belediyelere ait imkanların kullanılması, “HDP'li belediyelere kayyum atanması” hazırlıkları şeklinde hükümette karşılık bulmuştu.
Tasarının hazırlanıp “torba kanuna” eklenerek meclise sevk edilmesi HDP çevresinde endişe dalgaları oluştururken, silahlı kanadı PKK cenahında ise bariz bir tehdit diline dönüşüvermişti.
Kamuoyu baskısı ile beraber Cumhurbaşkanlığı ve hükümet bu konuda oldukça kararlı görünürken mecliste ani bir gelişme baş göstermişti. Dört partinin ortak önergesiyle “Kayyum tasarısı” geri çekilmişti.
Burada “Belediyelere kayyum” meselesinin içeriğini, getirisini, götürüsünü veya HDP ve PKK'ye oluşturacağı yeni mağduriyet alanını bir kenara bırakıyoruz.
Ama siyasi iradede belirginleşen kayyum kararlılığının bir anda tasarının geri çekilmesiyle noktalanması farklı tartışmalara da kapı aralamıştı.
Kimi medya organlarında bu durum, devletin PKK ile yeni bir “Çözüm sürecine” girme hazırlığı olarak ele alınmış, hatta İmralı'ya hareket eden “devlet heyetinden” bahsedilmeye bile başlanmıştı.
HDP doğal olarak bu tasarıya karşıydı. CHP, bu hususta HDP'den geri değildi. İktidar partisinin bunca kararlılığa karşın vazgeçmesi, ister istemez bu yönde ilk akla gelen tahminlerin seslendirilmesine zemin hazırlamıştı. Peki MHP nasıl ikna edilmişti, orası da ayrı bir soru işareti!
19 Ağustos'ta geri çekilen tasarının hemen akabinde HDP Eş Başkanı S.Demirtaş twitter hesabında “sağlanan uzlaşmadan” dem vurarak, “benzer uzlaşma arayışlarının, toplumun acil sorunlarının çözümü doğrultusunda sürdürülmesi bütün ülkenin menfaatine olacaktır” açıklamasında bulunurken ilk akıllara gelen şey, yine “yeni bir süreç” olmaktaydı.
Bir gün sonra, yani 20 Ağustos günü KCK adına yayınlanan açıklama ise, “Yeni bir süreç” için iz sürenleri ilk etapta “haklı” çıkaracak cümleler barındırmaktaydı.
Bildiride yaşanan darbe girişimini ilk defa “Tiyatro sahnesinin” dışına iterek ve tabi her zaman olduğu gibi yine kendine taraf yontarak değerlendiren KCK, bu kez sözü eğip bükme gereği duymadan “Yeni bir sürece” getirerek şu cümleleri sarf ediyordu:
“Türk devleti ve AKP Hükümetinin bir çözüm politikası geliştirmesi halinde, Kürt sorunu bir ay gibi kısa bir sürede çözülür ve Türkiye'ye barış gelir. Özgürlük Hareketi olarak, tercihimiz demokratik siyasal çözümden yanadır. Bu konuda her türlü fedakarlığı göstereceğimiz de açıktır.”
En son iki buçuk yıl boyunca yine KCK'nin hoyratlığı yüzünden bir arpa boyu yol alınamayan “Çözüm süreci'nin” bu kez özetinin özeti sayılabilecek “Bir aylık” gibi mucizevi bir sürede kesin sonuca ulaşacağı vurgusu, bir hayli enteresan kaçmıştı.
Bu süre zarfında siyasi iktidar kanadının ketum davranması, dillendirilen “Yeni bir süreç” konusunda teyid ya da yalanlama yoluna gidilmemiş olması, aslında bir şeylerin döndüğünü gösteriyordu, ama ne?
Tek taraflı açıklamalar birer muammaya dönüşürken bu kez“Altın vuruş”, hiç alışık olmadığımız “barışçı” bir söylemle S.Demirtaş'tan geliyordu.
İzmir Tepekule Kongre Merkezinde gazetecilerle bir araya gelen S.Demirtaş, hep alışılagelen “Üçüncü sınıf militan” üslubunu bir kenara koymuş, bu kez gerçek parti lideri edasıyla ilginç açıklamalarda bulunarak şöyle konuşmuştu:
“PKK'nin ‘ama'sız, ancaksız silahlı, bombalı şiddet eylemlerini, şehirlerde, dağlarda durdurması lazım. Bizim açımızdan bunun alternatifi yoktur. ‘Aması, ancağı' yoktur. AKP'nin yaptığı, işlediği suçların hesapları asker, polis öldürülerek sorulamaz.”
S.Demirtaş belki de ilk kez bu denli “barışçı” kesiliyordu. Belliydi ki “acil” bir durum vardı. Yalnız bu durum, zamanlama açısından söylemlere yansıyan “insancıl” bir tutumdan kaynaklanmadığı her halinden belliydi. Çünkü bu açıklama yapılırken tarihler 28 Ağustos'u gösteriyordu. Bu tarih, Türk silahlı kuvvetlerinin ÖSO grupları eşliğinde Cerablus'a girdiğinin sonrasına denk düşmesi açısından bu kez “yeni bir süreci” değil, başka bir durumu işaret ediyordu.
Bu arada Türk yetkililer de YPG'ye karşı söylemlerini sertleştirmiş, “koridor” meselesiyle bağlantılı olarak YPG'nin Fırat'ın doğusuna çekilmedikleri sürece hedef haline geleceklerini en sert sözlerle söylüyorlardı.
HDP ve KCK ve bağlı diğer bileşenlerin günlerdir dile getirdikleri “yeni bir sürece” dair ateşkes söylemleri üzerindeki sis perdeleri de aslında Cerablus harekatıyla aralanmış oluyordu.
PKK ve siyasi bileşenlerinin en önemli taktiklerindendi, sıkışık zamanlarda “barışıçı” söylemlere sarılmak ve bu taktik içerde ve dışarıda yaşanan bir takım olaylarla bir kez daha nüksetmeye başlamıştı.
İçerde PKK, darbe sonrası ile birlikte FETO gibi önemli bir lojistik sağlayıcı partnerini kaybetmiş, Washington merkezli “devrimci-darbeci ittifak” işlemez hale gelmişti. Klasik eylem yeteneğini büyük oranda kaybeden PKK, bombalı araç ve yollara EYP tuzaklama gibi bir bakıma çaresizliği ifade eden “risksiz eylemler” dışında pek fazla da bir şey yapamıyordu. Kaldı ki bu tür eylemler de sivilleri daha fazla mağdur etmesi açısından PKK hanesine başarı değil, nefret olarak kaydediliyordu.
Dışarıda ise en çok övündüğü Rojava bölgesi ve koridorun birleştirilmesi meselesi ise artık Türkiye'nin doğrudan hedefi haline gelmeye başlamıştı. Darbe sonrası ABD ile bozulan ilişkiler, Türkiye'yi farklı ilişki mecralarına yöneltmiş, bu durum aynı zamanda ABD'nin Türkiye üzerinde oluşturabileceği muhtemel baskıyı da minimize etmişti. İşte bu durum PKK ve bileşenlerini zora sokacak bir sürecin de habercisi olmuştu.
Amerika'nın Türkiye'ye karşı YPG'yi çok da fazla kayıramayacağı gerçeği, Suriye yönetiminin de YPG üzerinden Türkiye ile anlaşabileceği değerlendirmeleri, PKK çevrelerini hayli sıkıntıya sokmuştu. İzledikleri kadim taktik gereği PKK'ye göre tam da “yeni bir süreç” başlatma zamanıydı.
Elbette Türkiye'nin Cerablus'a girdiği ve Münbiç'i hedef aldığı bir ortamda PKK ile yeni bir süreç gibi bir ajandası en azında kısa vadede ihtimal dahilinde görünmüyordu. PKK ve bileşenleri ise büyük ihtimalle “dışarının” da teşvikleriyle bir ateşkes için çırpınmaya hala devam ediyor.
En son 31 Ağustos'ta DTK ve diğer bileşenlerin “Dünya barışının teminatı ve lideri Öcalan ile görüşme” gerekçesiyle sınırsız kesintisiz açlık grevi kararı alması da, yine Öcalan üzerinden yeni bir süreç manevrasına kapı aralamakla ilgili bir durumdur.
Bunca ateşkes ve yeni süreç açıklamaları PKK cenahından yükselirken hükümet bugüne kadar resmi düzeyde henüz oralı olmuş değil, olmayı da şimdilik düşünmüyor gibi görünüyor.
Resmi düzeyde PKK'nin arzuları dikkate alınmazken en son Star gazetesinde Yalçın Akdoğan'ın yaptığı açıklamalar, aslında siyasi iktidar cephesinde bu çağrılara verilen karşılığı yansıtması açısından önemliydi.
Akdoğan, yazısının girişinde şu cümlelerle karşılık veriyordu masaya dönme çağrılarına: “Armudun sapı üzümün çöpü derken geriye masanın bacağı kaldı.
Ne masası mı?
Hani birileri masaya dönülsün, görüşmeler tekrar başlasın diyor ya, o masa...
Masa falan yok kardeşim, her türlü çözüm girişimini patlattığı bombalarla havaya uçuran, her türlü görüşmeyi silah dayatmasıyla rayından çıkaran gözünü kan bürümüş bir anlayışla neyi görüşeceksiniz?”
Bu çağrının bir yönüyle siyasi iktidarın görüşünü yansıtması, diğer yönüyle de “Dolmabahçe süvarisi” namını hakketmiş bir kişiden gelmiş olması oldukça manidardı.
“Masa” diyen çevrelere belki de kinayeli bir cevapla “Masanın bacağını” gösteriyordu.
Açıkçası merak konusu olan şöyle bir nokta da var;
Akdoğan'ın bu cevabı medyaya yansıyan salt PKK-HDP çağrılarına verilen bir cevap mıydı, yoksa medyaya yansımayan başka türlü girişimlere verilmiş bir cevap mıydı, burası hala tam belli değil.
PKK ve çevreleri, medyada “mağdur” görüntüsü vermekten pek de hoşlanmadıkları bilinir. En zor zamanlarda bile Kandil'de kahramanlık nağmelerinin yükseldiğini bilmekteyiz. PKK bu kez “Masa” için bu denli sesini yükseltmişken, “aracıların” resmi düzeyde ne denli girişimlerde bulunabildiklerini tahmin bile edemiyorum.
Dolayısıyla Akdoğan'ın “masa-bacak” cevabının PKK'den daha ziyade “aracılara” yönelen bir mesaj olduğu pekala okunabilir.
Zaten devreye giren “aracıların yoğunluğu” söylemleri bir çok taraftan duyulmaktadır. Ancak CB'nin bu aracılara asla yüz vermediği, hatta “Saray'a” bile yaklaştırmadığı fısıltıları da mevcuttur.
PKK bir kez daha “Masa” diye yalvarırken bu kez Hoca ve süvarilerinin meydandan kovulmuş olmaları belki de PKK için en büyük şansızlık. Akdoğan bile “bacak” diyorsa, varın gerisini siz düşünün.