Medenî veya bedevî olmak

Zafer güzeldir ama dersler daha çok zafersiz ortamlardan alınır. Bedir, Müslümanlara zaferi tattırdı; Uhud ise savaşı öğretti. İslam tarihinde cephede zaferler her zaman yenilgilerden çoktur. Ama İslam tarihinde Uhud, bir ders unsuru olarak Bedir’den çok

ABDULKADİR TURAN / ANALİZ

Din ve kurum, yan yana iki kavramdır. Din, en esaslı kurumdur. Kurumsuz bir din olmaz. Kurumsuz din, bir tür heyalettir, kalplerde kalan tarifsiz, işlevsiz, soyut bir inançtır. Dinsiz bir kurum ise, bir terminatördür, insanlık düşmanıdır, insanlığı manen veya madden katleden bir yapıdır.

Her toplum kendisi için kurum inşa eder. İslamî kurumların inşa edilmediği bir toplumda İslamî olmayan kurumlar inşa edilir.

Toplum onlar üzerinden gereksinimini karşılar.

Kurum, manevi ve fiziki olmak üzere iki yönlüdür. İslam’ın manevi kurumu İslam toplumudur. Resulullah (S.A.V.), Peygamberlik görevini alınca gittikçe genişleyen bir İslam toplumu meydana getirdi.

Resulullah (S.A.V.), Mekke’den hicret ettikten hemen sonra ise ilk anda fizikî bir kurum oluşturdu; daha yol üzerinde iken Küba Mescidi’ni; Medine’ye varır varmaz da Mescid-i Nebevî’yi inşa etti. Onun etrafında yoksul sahabeler için Suffa’yı oluşturdu. İslam toprağı genişledikçe mescitlerin sayısı gereksinime göre arttı. Mekke fethedildiğinde ise Kabe, yıkılıp yeniden inşa edilmek yerine putlardan temizlenerek ıslah edildi.

Müslümanlar, Peygamberlerinin (S.A.V.) yolundan yürüdüler. Fethettikleri her şehirde fethin simgesi olarak eski bir mabedi mescide çevirdiler ama aynı zamanda yeni mescitler inşa ettiler, mescitlerin yanı başında medreseler kurdular. Zamanın gereksinimine göre hastaneler, rasathaneler, kervansaraylar yaptılar.

Ne var ki İslam’ın kurumsallaşması, 17. yüzyılın başlarında durdu. O yüzyılın başında ve daha sonra inşa edilen birkaç görkemli cami dışında Müslümanlar yeni eserler inşa etmedi. Oysa aynı dönemde Batı, kurum çağına adeta daha yeni geçiyordu.

19. yüzyıla gelindiğinde İslam dünyası fiziki kurumlar bağlamında bir antik eserler müzesine ve yenilik anlamında bir çöle dönüşürken Batı, kurum oluşturmada altın çağına geçti. Örneğin o günlerin Fransa’sında İslam dünyası üzerine araştırma yapan coğrafya, tarih dernekleri gibi dernekler bile kurulurken İslam dünyasının genel durumunu tespit ile ilgili bir tek kurum yoktur.

Fiziki kurum, manevi kurum için bir tür kap gibidir, onu bir şekil üzerinde tutar, onu korur ve geleceğe götürür. Kadim fiziki kurumlarını koruyamayan ve yeni fiziki kurumlar da inşa etmeyen İslam toplumu, 19. yüzyılın sonlarına doğru manevi kurumunu da kaybetmeyle yüz yüze kaldı. Ümmet dağıldı, yerini “ulus” denen Batı icadı bölük pörçük yapılara bırakmayla yüz yüze kaldı.

20. yüzyılın başlarında eski fiziki kurumlardan sadece medreseler değil, camiler bile kapatıldı; İslam coğrafyası İslamî kurumlar anlamında bir çöle dönüştü; “ümmet” neredeyse bir hayal haline geldi. Yüzyılın ortalarına doğru camiler yeniden açılsa da Müslümanlarla kurumların arası gittikçe açıldı.

Fiziki yasaklama veya amacı dışında kullanma Müslümanları kurumlardan küstürdü, neredeyse kurum düşmanı yaptı. 1960’lı yıllarda kurum çölleşmesi, yerini Müslümanların zihninde bir kurum çölleşmesine bıraktı. Tek bir İslamî kurum açmanın dahi mümkün olmadığı o ortamda bu önce dayatılan, sonra kabullenilen bir çölleşmedir. İslamî kurum açmak için getirilen ağır koşullar ve İslamî kurumların “yasal” dayatmalar yüzünden yaşadıkları çelişki “kurumsuz bir İslam”ı adeta daha doğru ve daha cazip hale getirdi.

1980’li yıllara gelindiğinde İslam dünyasında zalim sistemler üzerinden yürütülen kurum yasağı anlamsızlaştı. Çünkü İslam dünyasında her nasılsa adeta şuur arttıkça kurum düşmanlığı da arttı. Bu bir tür fetret dönemidir.

Bu fetret dönemi, İslam toplumunun farklı coğrafyalarda küçük birimler hâlinde de olsa kendisini yeniden inşa ettiği günlere kadar devam etti. Bu inşa süreci ürün verdikçe kurumlaşmaya duyulan gereksinim arttı. İslam dünyasındaki Batı güdümündeki sistemlerin bir bölümü artan taleplere, karşı koyamaz duruma düştü ve sivil anlamda fiziki İslamî kurumlar yeniden göründü.

Bununla birlikte İslam dünyasında İslamî kurumlara yönelik projeler devam etmektedir. Yasal engeller çıkarmak, onlara rakip yapılar oluşturmak, yasalarda açıkça yer almayan gruplar eliyle baskı altında tutmak, onlarla ilgili iftira üretmek, onların medyada yer almasını engellemek bu projelerin kapsamı içindedir. Bu projelerin hepsi tek bir hedefe hizmet etmektedir: İslamî kurumların halk için somut bir umut olmasını engellemek ya da daha doğru bir ifadeyle halkın onlara yönelmesini sağlayacak bir ortamın oluşmasını engellemek…

İslamî kurumlar doğrudan veya dolaylı, bir engelli mücadele alanındadırlar. Rakiplerine doping yapılırken kendilerine yönelik, enerji tüketecek, hedefe ulaşmayı engelleyecek ya da hedefe ulaşma umudunu yok edecek tedbirler alınıyor.

İslamî kurumlar, buna rağmen kararlılığını koruduğunda yol alıyor. İslam dünyasında kurumlaşmayan yapılar zaman içinde sürekli küçülüp tükenirken kurumlaşan yapılar büyüyor, sesini duyuruyor, doğrudan veya dolaylı olarak ülke siyasetini etkileyemeye devam ediyor.

KURUM OLMAK GÜNDELİKÇİLİKTEN KURTULMAKTIR

Kurum, her şeyden öte sürekliliktir, kararlılık ve sabır ister. Kurum olmak her şeyden önce gündelikçiliğe, Batılı bir ifadeyle konjonktürel davranmaya karşı durmayı, kendisini gündelikçiliğin etkisinden kurtarmayı gerektirir.

Kurum kültürü olmadan kurum olmak mümkün değildir. Kurum kültürü her şeyden önce kurumu sabit değer olarak korumayı, her şeyi ondan sonra düşünmeyi icap ettirir. Kurum kültüründe taşlama değil, değerlendirme vardır. Başarıya sevinilir, başarı yeni başarılar için zemine dönüştürülür. Başarısızlık üzüntüyle karşılanır. Ama başarısızlık da yeni başarılar için imkâna çevrilir.

Ne Bedir Savaşı İslam için son savaştı ne Uhud, İslam toplumunun kendi manevi ve fiziki kurumlarının gerekliliğini sorgulamayı gerektirdi. Zafer güzeldir ama dersler daha çok zafersiz ortamlardan alınır. Bedir, Müslümanlara zaferi tattırdı; Uhud ise savaşı öğretti. İslam tarihinde cephede zaferler her zaman yenilgilerden çoktur. Ama İslam tarihinde Uhud, bir ders unsuru olarak Bedir’den daha çok anılır. Uhud’tan sonra felaket üzerine felaket yaşanır: Nıfk artar. Bedevîler, Medine’yi talan edilecek yurt; Müslümanları da Mekke’ye satılacak esirler olarak görür. Ama kendisini manen koruyan İslam toplumu, sabitlerinde direnen İslam toplumu zafer üzerine zafer kazanır, İslam orduları insanlık tarihinin en büyük medenî orduları olarak tarihe geçer; sadece toprak almaz, insan fetheder ve o insanları ulaştığı her yerde manevi ve fiziki kurumlar etrafında bir araya getirir, onları ümmetin mensubu yapar.

KURUM MEDENİYETTİR

Belki ilk defa İslam geri kalmış bir insan kitlesi olarak “bedevî” topluluklardan söz ediyor. Asr-ı Saadet’teki tarifte “bedevî”, “Medenî”nin zıddıdır.

Medenî insanlar bir iman insandır, düşünce insanıdır. Hayatını buna göre tanzim eder. Bedevî ise bir örf, gelenek, kültür ve alışkanlıklar insanıdır. Hayata hep o pencereden bakar.

Bedevî, kendisini değişime kapatmıştır; alışkanlıklarına esir olmuş, zihnen yeni bir etkinliğe kapalı olduğu gibi teknik olarak da yeni bir etkinliğe kapalıdır.

Ne yazık ki sonraki dönemde bedevilik tabiri, Arap toplumundan olan ve “A’rab” denen çöl insanı için sabitlenmiş; sadece onları tanımlayan bir ifade olarak kullanılmıştır.

Bedevîlik, bir topluluğa sabitlenmiş bir kimlik değildir. Bütün zaman ve coğrafyalarda bedeviler vardır. Bedeviyi “çölde yaşayan Arap” diye tanımlarsak “medenî”yi de “şehirde yaşayan Müslüman Arap” diye tanımlayıp sabitlememiz gerekecek. Böyle bir tanımlama kabul edilemez.

Bedeviliği “çölde yaşayan Arap” için sabitlemek yanlış, “medenî”yi ise “çağdaş” diye çevirmek bir kavram saptırmasıdır. Bedevî toplum, geri toplumdur; medeni toplum ise ileri toplumdur. Her iki toplumun da belirgin özellikleri vardır. Bu özellikler doğrultusunda toplumları bedevilik-medenilik sınıflandırmasına tabi tutmak mümkündür.

Medenî akleder; bedevi gelenek ve alışkanlıkla tartar.

Medenî karşılaştığı yeni bir şeyin doğruluk ve fayda yönüne bakar; bedevî, geleneğe ve alışkanlığına uygunluk yönüne bakar.

Medenî, istikrar ve değişim arasında bir denge tutturur; hem değişimi hem istikrarı yakalar. Bedevînin değişim ve istikrar dengesi yoktur. Ya değişmez ya keskin değişir.

Medenî imkan ve mekanını geliştirir; bedevî, imkanını terk eder, mekanını değiştirir.

Medenî, hayvanı için otlak yetersizliği problemi yaşadığında otları kurutup depolar; bedevî (badiyesini, zozanını, yaylasını) değiştirir. Bedevi için, yurdunu terk edip başka yurtlara sığınmak, baharda bir miktar ot toplayıp depolamaktan evladır. Yurdunu terk etmenin onun gelenek ve alışkanlığında yeri var ama otun depolandığı bir bina inşa edip onu ot deposu olarak kullanmanın onun gelenek ve alışkanlığında yeri yoktur.

Medenî, kendisi veya hayvanı için su problemi yaşadığında suyu şehrine getirir, bu da yetersiz kaldığında su kaynaklarını geliştirir. Bedevi, su problemi yaşadığında başka bir su kaynağının başına göç eder.

Bunun için bütün bir yurt, hatta dünyanın bir bölümü bir bedevînin adını duyabilir ama kimse onun yeryüzünde üst üste koyduğu iki taştan söz edemez. Bedevîlerin direnişleri, katledilmeleri, köleleştirilmeleri ya da kendilerinin katl yapmaları, talan etmeleri ünlüdür ama eserleri yoktur.

Bedevî laf insanıdır, güzel söz söyler; insanı etkileyen saf söz söyler. Ama bedevînin bir divanı, bir şiir kitabı yoktur.

Medenî, bir değerlendirme insanıdır; kurumu gereksinimlerine cevap vermediğinde onun doğru ve yanlışlarını tartar; yanlışlarını bertaraf etmeye, doğrularını artırmaya katkıda bulunmak ister. Bedevî ise bir eleştiri insanı bile değil, bir hiciv, bir taşlama insanıdır; beğenmediğini taşlar, aleyhte bulunur, hakaret eder ve ondan keskince yüz çevirir. Övgüsü de abartılıdır ama daima uzaklara yöneliktir. Hicvi ise ölçüsüzdür ve çoğu zaman kendisine yakın olana yöneliktir. Onun hicvinin şerrinden korunmak, onun mizahla iç içe işleyen hicvine tahammül etmek kolay değildir.

Medenî, kendi imkânına dayanır; bedevi başkalarından beslenir. Medenî, sürekli başkalarından buğday almaktansa kendi koruluğunu buğday tarlasına dönüştürebilir. Bedevî ise “biz buğday ekmesini bilmeyiz” der; üzerinde bulunduğu toprak tarıma ne kadar elverişli olursa olsun buğday ihtiyacını hep başkasından karşılar. Buğdaysızlıktan hep şikayet eder ama kendi badiyesinden biri buğday ekmeye kalkışsa onu engellemeye çalışır, o badiyede yetişen buğday ne kadar iyi olursa olsun o dışarıdan buğday alımını sürdürür.

Medenî organize eder; süt, peynir üretmeyebilir ama süt ve peynir satan büyük bir ticaret işletmesi sahibi olabilir. Bedevî süt ve peynir üretir ama asla bunun satışını organize edecek bir kurum oluşturmayı düşünmez. O tür bir şirket sahibine özenir. Ama kendi içinden o tür bir şirket kurmaya çalışanı iflas ettirmenin, zarara uğratmanın yolunu arar.

Özetle medenî insan, kurum insanıdır; bedevî ise kurum düşmanı…
 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.