Katolik kıta Avrupa'sında Hristiyan dindarlık, görünürlüğünü korusa da bunun hızla tükenmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Geçen yıl Avrupa'nın birkaç ülkesinde bulunduğum on günlük süre boyunca gezdiğim birkaç kilisedeki rahiplerin bu konudaki şikâyetlerine şahit olmuştum.
Hatta Almanya'nın Wiesbaden şehrindeki Ortodoks kilisesinin papazına sorduğum “Müşteri durumu nasıl?” sorusuna “Sinek avlıyoruz!” cevabını almıştım.
Bu bağlamda çağdaş Avrupa'yı din eksenli olarak değerlendirmek, son derece yanlış bir yaklaşım olur.
Tam tersine mevcut durumu, engizisyon ve aforoz yetkilerini elinde bulunduran kiliseye karşı Reform, Rönesans ve Pozitivizm üzerinden bir başkaldırı olarak değerlendirmek, daha sağlıklı bir yaklaşım olur.
Bu konuda bizzat şahit olduğum onlarca örnek içinden şu anekdotu aktarmak istiyorum:
Almanya'nın Heidelberg şehrinde bana refakat eden değerli dostlarla gezerken yaşı yetmişe yakın bir Alman'la bir vesile ile evinin önünde karşılaştık.
Bir ilaç firması adına Türkiye'de bulunduğunu ve Diyarbakır'da da kaldığını söyledi.
Öyle bir iştiyakla konuşuyordu ki adeta arkadaşlarımızın yakasına yapışmış bırakmıyordu.
Ben bir taraftan Alman'ın ne dediğini arkadaşlardan öğrenmeye çalışırken diğer taraftan da kısıtlı olan zamanımı daha iyi değerlendirme adına bir an evvel oradan ayrılmak istiyordum.
Ayaküstü sohbet yirmi dakikadan fazla sürdü ve biraz da benim ısrarımla zoraki de olsa konuşkan ihtiyar Alman'dan ayrıldık.
Bana refakat eden iki arkadaş hem Avrupa kültürünü ve Almancayı iyi biliyor hem de insan psikolojisinden anlıyorlardı.
Bana yaptıkları şu açıklama, aslında Avrupa'nın değerler noktasındaki çöküşü ve materyalizmin ruhsuzluğu içindeki boğuluşuna son derece önemli bir örnektir:
“Bu yaşlı adam, bizim üzerimizden sohbet ihtiyacını giderdi. Şu gördüğün şatoda tek başına köpeği ile birlikte yaşıyor.
Çocukları ya da varsa torunları gelip bu yaşlıya yarım saat veya bir saat zaman ayırmaktansa daha fazla mesai yapıp daha fazla para kazanma hesabı yapar ya da işten arta kalan bu zamanı kendilerine harcarlar.
Bizim ise Doğu yani İslam Medeniyeti'ne mensup olduğumuzu, normal bir sohbete maddi bir anlam yüklemeyeceğimizi ve ısrarlara dayanamayacağımızı bildiği için bizi konuşmaya tuttu.
Biz ise durumun böyle olduğunu bildiğimiz halde, karakterimizin gereğini yerine getirerek sohbetine sohbetle, esprilerine espri ile ve tebessümüne tebessümle karşılık verdik.”
Yazılarımızı takip eden kardeşlerimiz Batı'nın İslam coğrafyasında bulunmasının arka planına dair tespitlerimizden en önemlisinin “Aziz İslam'ın Medeniyet Tasavvurunu Sabote Etme” hususu olduğunu hatırlayacaklardır.
Evet, Aziz İslam fıtrat dediğimiz yaradılış değerleri ile yüzde yüz uyumludur.
Bediüzzaman Molla Said'in ifadesi ile “İslamiyet, insaniyet-i Kübra'dır.
Materyalist ve seküler Batı, bu gerçeği kendi özüne dönmek isteyen vatandaşlarından gizlemek için İslam coğrafyasını kanla, kinle, ölümle, savaşla ve kaosla anılır hale getirmek istemektedirler.
Bu anlamda DİB Sn. Görmez'in “İslam'ın medeniyet ufkunun zarar görmesi; Şam'ın, Bağdat'ın yıkılmasından daha tehlikelidir.” tespiti son derece kıymetlidir.
HÜDA PAR olarak Suriye başta olmak üzere hiçbir İslam ülkesinde, nefs-i müdafa haricinde hiçbir silahlı mücadeleye girişilmemesi ve taraftar olunmaması gerektiğini ısrarla dile getirmememizin esas nedeni budur.
Avrupa'nın son günlerde bütün diplomatik teamülleri çiğneyerek ülkemizin Müslüman kimlikli siyasetçi ve devlet adamlarına yönelik saldırılarını da bu gerçeklikten bağımsız ele almamak gerekir.