Yüzlerce yıl önceydi…
Kavimler göçü yaşanmış, Avrupa’daki demografik yapı yeniden şekillenmişti.
Avrupa’ya göç eden Cermen kavimlerin aralıksız saldırılarına salgın hastalıklar ve iç karışıklıklar da eklenince Batı Roma için sonun başlangıcına giden yol gözükmüştü.
Bu kaotik ortamdan beslenen ve kendi düzenini kurmak isteyen Kilise ve Papalık, çoğunluğu pagan olan Cermen kavimleri arasında misyonerlik çalışması yapmış ve onları Hristiyanlaştırmıştı.
Avrupa’da hâkimiyet alanını iyice genişleten papalık kendi ‘kast’ sistemini de kurmuştu.
Bunun sonucu olarak Avrupa, Dünya tarihinin en karanlık dönemlerinden birine tanıklık etmeye başlamıştı.
Öyle ki Francesco Petrarch tarafından bu dönem; “Dark Age (Karanlık Çağ)” olarak da nitelendirilmiş, “aklın hapiste olduğu” bir dönem olarak tasvir edilmiştir.
Bu dönemi daha iyi anlamak için, Papa ve Kilise’nin toplumsal yetki gücünü özetlemek yerinde olacaktır.
Papa ve Kilise bir insanı dinden çıkarmak için ‘Aforoz’, bir bölgeyi dinden çıkarmak için ‘Enterdi’ ve günah işleyen insanların günahlarını para karşılığında affederek cennetten arsa satmak için ‘Endüljans’ gibi yetkilere sahipti.
“Papa tarafından verilen bir hüküm, Papa’nın kendisi hariç hiç kimse tarafından değiştirilemezdi.”
“Hiç kimse onu yargılayamazdı.”
“Roma Kilisesi asla hata yapmamıştı ve kutsal yazıların ortaya koyduğu üzere gelecekte de yapmayacaktı.”
Bütün eğitim kurumları Papa ve Kilise’nin denetiminde faaliyet yürütüyordu.
İlmi çalışmalar durma noktasına gelmiş, Papa ve Kilise’nin görüşüne muhalefet edenler Engizisyon mahkemelerinde yargılanıp en ağır işkencelerden geçiriliyor ve öldürülüyordu.
Sırf ‘Evrenin sonsuz olduğunu ve Dünya gibi sayısız gezegenin varolduğunu’ söylediği için İtalyan filozof, gökbilimci aynı zamanda rahip olan Giordano Bruno engizisyon mahkemesinde yargılanmış, sapkın olduğu gerekçesiyle şehrin meydanında diri diri yakılmıştı.
Batıda böylesi karanlık ve bir o kadar da tahammülsüz bir dönem yaşanıyorken; Doğuya bahar geliyor, ilk Cemre ‘Oku’ (İkra) emriyle düşüyor ve Dünya yeni bir medeniyetin doğuşuna şahitlik ediyordu.
Bu yeni İslam medeniyetinin öncü isimleri, kendilerine verilen ilk ‘İKRA’ emrine öylesine sarılmışlardı ki Dünya tarihinde eşine rastlanmamış bir uygulamayı hayata geçiriyorlardı. Kendilerini öldürmek için gelmiş ve esir edilmiş düşmanlarını on Müslümana okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakma vaadinde bulunuyorlardı.
Suffa mektepleri ile başlayan Beytü’l-Hikme ile devam eden süreçte; Tıp, Astronomi, Mekanik, Edebiyat, Matematik ve diğer bütün bilim dallarında olağanüstü gelişmeler yaşanıyordu.
Bu dönemi Prof. Dr. Fuat Sezgin: "Bugün Avrupa'daki bilimler, İslam bilimlerinin bir başka coğrafyada, değişik şartlar içerisindeki devamından ibarettir." diyerek tanımlıyordu.
Öyle ki bu sözü destekler mahiyette Johann Wolfgang von Goethe “Bu harikulade akılların meyvelerinden nasibimizi almak istiyorsak, kendimizi doğuya kavuşturalım, onun kendisi bize gelmeyeceğine göre…” diyerek bu dönemdeki ilmi gelişmelere olan hayranlığı dile getiriyordu.
Peki ne oldu da o dönemde onların bize duydukları hayranlığa karşın bugün biz onlara hayranlık duymaya başladık.
Ne oldu da güneş doğudan doğmuşken bugün ilk ışıkları batıya vuruyor ve ilk batıyı aydınlatıyor.
Cevabı gayet açık aslında; hayatımız boyunca yaklaşık yüz elli bin defa abdest alan bizler acaba kaç tanesine ayağımızı yıkayarak başladık veya Namaz kılarken kaç defa Tahiyatla başladık. Belki yanlışlıkla bile bunları yapmadık; çünkü bu ibadetlerin sahih olması için ‘Tertip’e riayet şarttır.
Sormak gerekir; ilk emir olan ‘OKU’madan nasıl bir medeniyet inşa edeceğimizi düşünebiliriz?
Biz okumayarak bu medeniyeti fosilleşmeye terk ettik.
Son sözü yine Prof. Dr. Fuat Sezgin’e bırakalım “İslam dünyası neden geriledi?” Bugün bu soruya biraz da tersten cevap vermek gerekiyor:
"İslam dünyası daha önce ne yaptı da ilerledi?"