Medyada İslam karşıtı herhangi bir yazı ve görüntü ile karşılaştığımızda öfkelenmekten, sorgulamaktan çok hâlâ şaşırıyoruz. Her gün bu yöndeki bir haber ve etkinlikle karşılaşmak bile bizim medyaya karşı tutumumuzda şaşkınlık evresini atlamamızı sağlamıyor. Oysa şaşkınlık, istenmeyen bir durum karşısında ilk evredir. Makul bir süre sonra o evre’nin yerini başka evrelere bırakması gerekiyor. Bir evreden diğerine geçememek, bir evrede makul süreden fazla beklemek bir gecikmeyi, geri kalmayı ifade ediyor.
Medyaya karşı tutumumuzda neden şaşkınlık evresini geçemedik? Sorgulanmayı gerektiren bir husus ve bu husus, bizim medyayla ilişkimizi tasvir edip gözden geçirmemizi gerektiriyor.
MEDYA İSLAM KARŞITLIĞIYLA DOĞDU
“Ebü’l-Laklaka: (Batak Ese’ye) Ben öyle şey mi kabul ederim? (Hikmet Efendi’ye gizlice) Yan cebime ko. (Hikmet Efendi keseyi gizlice imamın yan cebine koyar.)
Atak Köse: Gizlice “Yan cebime ko” mu diyorsunuz?
Ebü’l-Laklaka: Hayır. Yan tarafımda durma, git diyorum. Ta ki benden şüphe etmeyesiniz.
Batak Ese: Galiba parayı almışa benziyorsunuz.
Ebü’l-Laklaka: Haşa, sümme haşa. Eğer paraya elimi sürdümse ellerim kırılsın.”
Bu metin çok şey ifade etmiyor görünse de Türkiye’de medyanın İslam karşıtlığının ne kadar köklü olduğunun en güçlü kanıtlarından bir kesit olarak duruyor.
Türk edebiyatının yayımlanan ilk tiyatro metni. Osmanlı’daki ilk özel gazete Tercüman-ı Ahval’da yayımlanmış. Konusu İslamî tarz evlilik. Dolayısıyla İslam’ın kalesini hedef alıyor. Oyunda Ebü’l-Laklaka denen kişi mahalle imamı. Kendisine verilen isim bile başlı başına bir hakaret barındırıyor. Ebü’l-Laklaka, “durmadan boş konuşan kişi” anlamında kullanılmış. Oyunda söz konusu kişi, ikiyüzlü, değerlerini menfaatleri uğruna satan biri olarak rollendirilmiş. Onun rolü üzerinden din görevlilerinin öyle kişiler olduğu zihinlere kazınmaya çalışılmıştır.
İlk özel gazetede yayımlanan bu ilk metin, medyanın İslam’a karşı tutumunun bütün tohumlarını barındırıyor. Metnin yayımlanış tarihi 1860. Yani metin 160 yıl önce yayımlanmış. Dolayısıyla medya bu coğrafyada 160 yıldır, yerine göre sinsice yerine göre açıkça İslam’la mücadele ediyor, “Kalem kılıçtan keskindir!” kanaatiyle İslam’a karşı, kılıç vazifesiyle kalem sallıyor. Gavurun kılıcına boyun eğmeyen Müslüman kafasını 160 yıldır kalemle delmek için taktikler geliştiriyor.
Medyanın ilk patronları Rum, Ermeni ve Yahudi gibi azınlıklara mensuplar, ilk kalemşorlarının bir kısmı da o azınlıklardan gelse de çoğunluğu azınlık sofralarında oturup Batı parasıyla hayatlarını idame eden züğürt masonlardır.
Medya, çok dikkat çekici bir şekilde, 1860 yıllarından II. Abdülhamid’in tahtta iyice yer edindiği yıllara kadar yaklaşık otuz- kırk yıl İslam’a karşı fikir ve sanatla (!) mücadele etti. O yıllarda medya, bütün unsurları ile toplumu İslam akidesinden pozitivizme kaydırmak, Müslümanları İslam akidesinden koparıp Batı aklına taptırmak için didindi. Aynı zamanda aileyi hedef aldı.
1. Abdülhamid’in iktidarın iplerini eline geçirmesinden sonra ise İslam’a doğrudan hücum edemeyen medya, bütün donanımını İslam ahlakını çökertmek için kullandı. Denebilir ki tarihin en müptezel roman ve hikâyeleri o günlerde yazıldı. Ateist olduğu bilinen Nabizade Nazım’ın ahlaki değerleri hiçe sayan Karabibik romanı, 1890’da yayımlandı. Katı bir seküler olan Halit Ziya Uşaklıgil’in esfel Aşk-ı Memnu romanı 1899-1900 yıllarında Servet-i Fünûn dergisinde okuyucunun karşısına çıktı.
Bu dönemde İslam’a doğrudan saldıramayan muharrirlerin fikirden yana tercihi ise milliyetçiliktir. “Türk’ün kurtuluşu için, Türk’ün dinine küfretmek!” olarak özetlenebilecek o günün milliyetçiliği, özellikle gençleri İslam’dan uzaklaştırmanın en etkili araçlarından biri olarak öne çıktı. Öyle ki en azılı ateist yazarlar, milliyetçilik kamuflajı ile düşüncelerini gençlere aktardılar.
Abdülhamid’den sonra ise Abdullah Cevdet gibiler, İslam düşmanlıklarını ayan beyan ortaya koydular.
Cumhuriyet yıllarına gelindiğinde gazeteler artık, İslam karşıtı birer bülten gibiydi. Ahlak karşıtı yayınlar devam etti. Ama ondan öte her köşe yazarı, İslam’a karşı savaşan bir ideolog gibi öne sürüldü. Köşeler, İslam karşıtı birer metin olarak oluştu. Muhabirler de haberlerinin kabul görmesi ve konumlarının yükselmesi için İslam karşıtı haberleri itina ile aradılar, bulamadıklarında uydurdular. Müftünün keçisi çalındığında, “Müftü, keçi çaldı!” türü manşetler bugünlerde ve özellikle Ramazan aylarında atıldı. Buna irtica ile mücadele dendi. Oysa yaşanan Müslümanlar üzerinden İslam’ın yıpratılması stratejisinin bir parçasıydı.
1960’lı yıllardan sonra sinema da sürece yoğunca eklendi. Sinema, yukarıda sözü edilen oyundaki “Ebü’l-Laklaka” tipini hemen hemen her filme taşıdı. Din görevlileri üzerinden İslam’ı itibarsızlaştırma mücadelesi verdi ve bunu öylesine ustalıkla filmlere sindirdi ki… Dinine doğrudan hakaret eden biriyle karşılaşsa onu linç edecek olan toplum, o tür filmleri izleyip kahkahalar attı.
1980’li yıllarda Turgut Özal’ın iktidarında İslam karşıtı doğrudan yayıncılık, devletin içine yerleşmiş, Özal karşıtı uç bir grup genellikle sindi. Ama II. Abdülhamid günlerinde olduğu gibi aynı dönemde ahlak karşıtı yayınlar doruk yaptı. İslam’a doğrudan saldıramayanlar, İslam ahlakını vurarak amaçlarına ulaştılar. Özellikle yeni yeni açılan ve biri bizzat kendi ailesine ait olan özel televizyonlar, ahlak karşıtlığında sınır tanımadılar. Yine bu dönemde gazeteler, irtica haberciliği yayınlarını olduğu gibi sürdürdüler. Ne var ki toplum, eski toplum değildi. Her asparagas irtica haberi, toplumun daha da şuurlanmasına ve İslam karşıtı çevrelerden uzaklaşmasına vesile oldu.
DİNİ BULANDIRMA DÖNEMİ
28 Şubat günlerinde ise İslam’a karşı mücadele, tertemiz İslam dinini bulanık gösterme şeklinde kendini gösterdi. Burada izlenen yöntem, samimi ama kendisini iyi ifade edemeyen bir hocanın, İslam’ı bulanık gösteren kafası karışık birkaç ilahiyatçı veya gazetecinin karşısına çıkarılmasıydı. Bu dönemde horoz dövüşü misali düzenlenen televizyon münazaraları, toplumun zihnine yerleşmeye başlayan “Hak yol İslam! Tek yol İslam! Kurtuluş İslam’da!” söyleminin etkisizleştirilmesinde en önemli rolü oynadı. Pek çok kişi o münazaraları izleyip “Hangi İslam?” sorgulamasına daldı ve o dalıştan selametle çıkmayı başaramadı.
28 Şubat’ın daha belirgin bir medya faaliyeti ise “dinsiz diziler”in yaygınlaştırılmasıdır. Günümüzde TRT’nin de sürekli ürettiği “dinsiz diziler”den kasıt ateist fanatikliğiyle İslam’a hücum eden diziler değildir; cami, namaz, oruç, hac, tesettür gibi hiçbir İslamî unsur barındırmayan dizilerdir. Artık Ebü’l-Laklaka rolünün iş görmeyeceğini hatta tepki toplayıp maksadına aykırı iş göreceğini gören dizi üreticileri; onun yerine dinsiz bir hayat, dinsiz bir mutluluk ve dinsiz ama mutlu görünen rol modeller öne sürdüler. Bu taktik, öylesine sıkı önlemlerle uygulandı ki bir dönem basit mahalli dini söylemden bir şeyler barındıran Ekmek Teknesi’nin bile çizgisini sürdürmesine tahammül edemediler.
YENİDEN AHLAK KARŞITLIĞI ODAKLI YAYIN DÖNEMİ
Ak Parti günlerine gelindiğinde Abdülhamid ve Özal günlerindeki taktik tekrarlandı; İslam’a doğrudan saldırmayı göze alamayan medya; bir kez daha ahlak karşıtı yayıncılıkta uç noktaya vardı. Bu dönemlerde ahlak karşıtı yayınlar, bu tür hükümetleri halkın gözünde yıpratmak için de çoğaltılır. Ama söz konusu hükümetler de kendilerini baskıcı olmakla itham eden Batı’nın yapılarına karşı “özgürlükçü”lüklerini ispatlamak için bu tür yayınlara alan açarlar. Bu aynı zamanda dini eğilimi olan iktidarları halkın gözünde anlamsızlaştırma, dolayısıyla onları tabansız bırakma taktiğidir. Ne yazık ki sağ iktidarların bunu doğru değerlendirdikleri söylenemez.
Bu denklem içinde, son dönemde “dinsiz dizi” sektörü altın çağına ulaştı. Geçmişte TRT, haftada bir, bu tür dizi bölümü yayınlarken günümüzde günün her saatinde birkaç kanalda bu tür diziler oynanıyor.
On yıl boyunca reyting rekorları kıran ve dizi zincirinde binler rakamını geride bırakan diziler toplam beş dakikalık görüntüye denk gelen bir dini unsur kesiti barındırmıyor. Dizi, uzayda çekilircesine cami, namaz, Kur’an, oruç, hac ile ilgili hiçbir görüntüye yer vermiyor. Bir kısmı da özellikle menfi kişileri İslamî isimler ile oynatma sinsiliğini sürdürüyor.
Fakat Ak Parti Dönemi’nin en yıpratıcı yayınları, artık dizilerden de çok ilgi gören “Üçüncü Sayfa” gazeteciliğinin televizyona taşınması niteliğindeki programlardır. Toplum yaşamından kesitler sunuyor görünen ve kimi zaman detektifliğe, kimi zaman çöpçatanlığa yönelen bu programlarda sinsice bir yaklaşımla toplumun en dip kesimleri, İslamî bir görünüm içinde ekrana taşınıyor. Böylece İslam’ı Müslümanlar üzerinden itibarsızlaştırma stratejisi en müptezel taktikleriyle sürdürülüyor.
Bu programlar, özellikle tesettürlü kadının yüce itibarına halel getirdi. “Müslüman aile” tasavvuruna leke sürdü. Zira malum mahallelerden ekrana taşınan müptezel tipler, söz konusu kişilerin itibarlı görünme hevesi kullanılarak ya da bizzat program sahiplerinin tercihleriyle dindar bir görünüm içinde ekrana taşınıyor. Onlar üzerinden bütün dindar kesimin itibarına zarar veriliyor. Dindar kesimin itibarı üzerinde de bizzat İslam’ın itibarına karşı bilinçli bir saldırı yapılıyor.
MEDYA NEDEN DEĞİŞMİYOR?
Medya değişmiyor zira patronları değişmiyor. Bugünün Türkiye’sinin büyük bir medya patronunun bağ, inanç, düşünce ve yaşam tarzı ile 1901 veya 1860’taki bir medya patronunun bağ, inanç, düşünce ve yaşam tarzı arasına kayda değer bir fark yok. Aynı tipler, sadece farklı dönemlere göre farklı taktiklere başvuruyorlar. Kendilerini rahat hissettiklerinde İslam’a doğrudan saldırıyorlar. Bu, mümkün değilse farklı taktikler ve özellikle ahlaksızlık üzerinden vuruyorlar. Üstelik toplumun geniş bir kesimi gibi iktidarlar da medyanın İslam’a doğrudan saldırmamasını “yeterli” görüyor, belki başarı sayıyor ve geriye kalan bütün taktiklerine duyarsız kalıyorlar. Bu da medya patronlarının hem elini hem önünü açıyor. Zira İslam’a doğrudan saldırmayan bir medya organizatörü, bizzat hükümetin ortağı ve sözcüsü gibi bir rol üstlenip çıkar elde edebiliyor.
MEDYA İLE İLGİLİ TUTUMDA NEDEN YOL ALINAMIYOR?
Medya ilgili ortaya konacak en iyi çözüm, alternatif bir medyanın üretilmesidir. Ne var ki medyanın fonksiyonu yeteri kadar anlaşılmadığından İslamî kesim kendi medyasını yeteri kadar desteklemiyor, ona sahip çıkmıyor, kendi medyasının, dezavantajlarından kurtulması için mühim bir gayret göstermiyor.
Çoğumuz, İslam karşıtı bir haberi eleştirip haber yapana hakaret etmeyi; İslamî bir haber üzerine düşünüp onu etrafımıza aktarmaktan daha sevaplı buluyoruz! Böyle olunca İslamî medyadan çok İslam karşıtı medyayı izliyoruz.
Bu da bizi İslam karşıtı medyanın eleştirmen okuru hâline getiriyor. Biz, böyle konumlanınca daha ötesine geçemiyoruz.
Öte yandan farkında olmadan biz, medyaya sadece kimi yazar ve muhabirlerin kimliği üzerinden bakıyoruz. Dolayısıyla her yanlışa “Bu İslam evladına ne oldu da böyle saptı?” basit sorusuyla yaklaşıyoruz. Oysa karşımızda ömrü iki yüzyıla yaklaşan kurumsal bir yapı var. Dönemine göre taktik geliştiren ama bizi İslamsız bırakma stratejisinden bir milim sapmayan bir kurumsal yapı…
İktidar bağlamında ise medyayı kapsayan bir kültür stratejisinin bulunmaması, medya konusunun hakkıyla masaya yatırılmasına, medyayı elinde bulunduran güçlerin kimliğinin sorgulanmasına ve onlara karşı güçlü bir medyanın kurulmasına engel oluyor.