Bizlere yeryüzü mescidinde, Ka’be’nin şubeleri hükmündeki mescid ve Dar’ul Erkamlarda günde beş vakit manevi bir ordunun neferi hükmünde olduğumuz dünya Müslümanlarıyla beraber aynı hedefe; Ka’be’ye yönelerek kendisine namazla yaklaşmaya yol aramamıza izin veren, Halık-ı Rahim ve Rezzak-ı Kerim olan Allah’a şanına ve azametine layık hamd u senalar olsun. Salat’u selam, güven ve emniyetin kaynağı, kardeşliğin sembolü Efendimiz, Seyyidimiz Muhammed (sav)’in üzerine olsun. Yine selam hep beraber Allah’ın ipine sımsıkı sarılarak ayrılığa düşmemeyi ve kardeşçe omuz omuza vermeyi bizlere öğreten Rehberlerimize, Hocalarımıza, Seyda ve meşayihimize olsun.
Çiçeği burnunda İslam İnkılabının tesiriyle Müslümanlar uyandırılmaya, öze döndürülmeye davet ediliyordu kutlu davetçilerce. Dünyanın dört bir yanında gaflet perdesinden sıyrılmış insanlar vahyin ışığından herkesin faydalanması gayretine koyulmuşlardı. İşte böylesine İslami davetin hummalı bir şekilde devam ettiği yıllardan 1987, Hicri 1407, yılıydı. O sene İmam’ın teşviki ve İranlı hacıların öncülüğünde haccın gereği gibi ifasına ilişkin programlar düzenlenmiş ve “Şirkten Beraet” adıyla bir yürüyüş tertiplenmişti. Daha sonra tarihe “Kanlı Cuma” olarak geçecek bu gün; Müslümanların haftalık bayramı mübarek bir Cuma günüydü. 31 Temmuz 1987… Değişik ırklardan, renklerden; farklı dil ve topraklardan Müslümanlar omuz omuza vermiş şirkten arınma çağrısını tek yürekten dillendirmek için yürümeye başlamışlardı Kabe’nin gölgesinde, Mukaddes Mekke sokaklarında. Yürüyüşten Suud yönetiminin haberi vardı ve izin dairesinde yapılıyordu. Ancak bu durum İslam düşmanlarını ürkütmeye yetiyordu. Yıllar yılı bölüp parçalamakla uğraştıkları İslam ümmetinin mazlum evlatlarının tek ümmet olma bilinciyle omuz omuza verip Allah’ın adını yüceltmeleri göz yumulacak bir hadise değildi onlar için. Çoğunluğunu İranlıların oluşturduğu Müslüman hacılar bekledikleri noktaya varınca binalardan üzerlerine ateş edilip, tuğla, cam gibi kesici malzemeler üzerlerine atılmaya başlandı. Bunun üzerine hacılar geriye dönmeye çalışmışsa da askerlerce önleri kapatılmış ve bir direnç göstermeyip oturmalarına rağmen üzerlerine gazlar sıkılmıştır.
İşte “Mekke’de kanlı Cuma” olarak da bilinen bu hadisede kutsal mekanların mahremiyeti çiğnenmiş, Allah’ın misafirlerinin asayiş ve güvenliği ihlal edilmiş, farklı İslam coğrafyalarından Müslümanların tek yürek olup şirkten arınma çağrısı akim bırakılmaya çalışılmıştır. 400’ün üzerinde Müslüman hacı katledilmiş, yüzlercesi de yaralanmıştır.
Sözkonusu hadise duyduğum zaman ürperdiğim bir hadiseydi. Zira Cenab-ı Allah tarafından Ka’be ve etrafı emin ve güvenli bölge ilan edilmişken küfrün oyun ve desiseleri neticesinde Mükerrem şehir olan Mekke’de Müslüman kanı akıtılmıştı. Allah Sübhanehu ve Teala’nın Kur’an’da ifade buyurduğu vechiyle bakarsak şu tabloyu görürüz: “Onda apaçık deliller, Makam-ı İbrahim vardır. Oraya kim girerse, güven içinde olur.” (Al-i imran: 97) “Biz beyti(Kabe’yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık.” (Bakara: 125) “Güvenli bir yer ve güven içinde olunması” tabirleri o mukaddes beldelerin insana verdiği huzur ve güven duygusunun yanısıra şüphesiz hac vazifesini ifada bulunacakların güvenlik ve emniyetlerinin tesisine dair ilahi bir yükümlülüktür. Bir diğer işaretiyle de ilahi kelam haccın fonksiyon itibariyle önem ve ehemmiyetini Mü’minlere arzetmekte ve bunun tesisine çalışılmasına davet etmektedir ki bu da hayatı ve yaşamı korumaya dairdir. Araplar arasında yaygın olan “Mekanın şerefi orada bulunan kimsenin şerefine bağlıdır” sözünü de anlayışımıza miheng edinip Cenab-ı Allah’ın Kabe-i Muazzama için kullanılan “Beyt-ul haram” tabirini anlamaya çalışırsak görürüz ki, o mekanı mukaddes, mübarek ve emniyetli kılan o mekanda hakka gönüllerini mekan kılan hacılardır. Böylece hacıların güvenlik ve asayişlerinin tesisi de bir yükümlülük olarak karşımıza çıkar.
Evet, Mukaddes mekanın kudsiyetinin en mühim sebebi o mekanda bulunanlardır. Nitekim Üstadımız Bediüzzaman hazretleri de Haccın herkes için ali, yüce ve kuşatıcı bir makamda Allah’a ibadet etmek olmasından hacının ne kadar avam da olsa orada, o makamda bir veli gibi olduğunu ifade eder. “Hacc-ı şerif, bil'asale herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubudiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta (özel bir günde), ferik(korgeneral) dairesinde, bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur. Öyle de, bir hacı, ne kadar âmi de olsa, kat-ı meratip (dereceler aşmış) etmiş bir velî gibi, umum aktâr-ı arzın (her yerin) Rabb-i Azîmi ünvanıyla Rabbine müteveccihtir, bir ubudiyet-i külliye ile müşerreftir.” (On altıncı Söz)
Hacıların kesbettikleri şerefi onlara kazandıran da şüphesiz haccın ifade ettiği mana ve ruhaniyettir. Bu mana da mertebe-i külliye de ubudiyet olmakla beraber; İslam dünyasının geleceğinin ve güvenliğinin muhafazasının devamı için senede bir yapılan büyük bir islami şura olmasıdır. Müslümanlar, bu senelik şura ruhunu, diğer kardeşleriyle tanışıp kaynaşma manasını, yardımlaşma ve dayanışmayla işbirliğine gitmek diye ifade edilen manayı kaybetmeleriyle beraber dağılıp parçalanmışlar ve düşmanın istila ve galebesine maruz kalmışlardır.
Günümüzde küfür işçileri Müslümanlar arasındaki bağların koparılması için azami gayret sarfetmektedirler. Bunun için Kabe’yi ve Hac vazifesini asli ruhaniyetinden uzaklaştırmayı kendilerine vazife bilmişlerdir. Bu şekilde Müslümanların tanışıp kaynaşmaları, fikir birliğine varıp yardımlaşma ve dayanışma ruhunu ihya etmeleri engellenmeye çalışılmaktadır. Müslümanların arasına sun’i maddi sınırlarla beraber mezhep, meslek, meşrep ve ırklar sınırmış gibi sunularak ayrılık uçurumu derinleştirilmiştir. Böyle olunca Müslümanlar birbirlerini tanımaz olmuş ve Üstadımızın da yaşanan savaşlardan süzdüğü tecrübeyle ifade buyurduğu gibi Müslüman kardeşinin kanını düşman zannıyla düşman hesabına akıtır olmuşlardır. O halde şairin sözkonusu hadise için “Dağlar taşlar uyandı/göklerde kuşlar uyandı/ Kabe kana boyandı/ ah ümmet uyanmadı” şeklindeki inlemelerini, gözyaşlarını dindirmenin, ümmetin yıllar yılı yaşadığı zulüm, talan ve istilalara son vermenin yolu ilkin Ka’be’nin şubeleri hükmündeki mescidlerde değişik mezhep, meslek, meşrep, renk, ırk ve cemaatlerden kardeşlerimizle bir araya gelerek tanışmak, yardımlaşma ve dayanışmada bulunmaktır. Sonra da bu manayı Müslümanların evrensel kongresi ve şurası olan hacda ihya etmektir. Ancak unutulmamalıdır ki soba içten yanmadıkça dışarıya ısı vermediği gibi bizler de mahalli bazda Müslümanlar olarak tanışıp kaynaşmadıkça, birbirimizle yardımlaşma ve dayanışmada bulunmadıkça evrensel planda dünya Müslümanları arasında arzulanan bu tablo ortaya çıkmayacak ve nesillerin, ekinlerin tahribinden, zulüm ve talandan Müslümanlar olarak Allah nezdinde sorumlu olmaya devam edeceğiz.
Şüphesiz bu kanlı hadiseyi anmak münasebetiyle vurgu yapılacak en mühim husus o hacıların uğrunda kanlarını döktükleri İslami ibadet ve değerlerin bugün daha rahat bir şekilde ifa edildiğidir. Müslümanlar arasındaki önyargı, ihtilaf ve kavga yerini yardımlaşma-dayanışma ve kardeşliğe terketmiştir. Allah’ın Misafirleri olan hacılar, eskisine nazaran daha rahat bir şekilde ibadetlerini yapmakta, Kabe ve haram beldeler daha güvenli bir halde ziyaret edilebilmektedir. Ümitvarız ki, İslam düşmanlarının tuzak ve hileleri tamamıyla akim kalacak ve Müslümanlar arasındaki kardeşlik, Kur’an ve Sünnetin istediği çizgiye gelecektir inşaallah.
İnzar Dergisi