Son birkaç günlük olaylar, özellikle Güneydoğu’da yaşayan insanlar için mihenk taşı oldu. Yıllarca bölgenin ormanları bizzat devlet eliyle yakılırken; ne ulusal ne de uluslar arası hiç bir çevreci kılını kıpırdatmamıştı. Yerlerine AVM, Kültür Merkezi veya Şehir Müzesi de yapılmayacaktı hâlbuki. Demek ki ayrımcığa uğrayan sadece insanlar değilmiş.
Sonrasında yaşananlar ise garabetleriyle dikkat çekti. Olaylar biraz büyüyünce; ekmekteki ballı yağı gören Kılıçdaroğlu, mitingini bırakıp tüm kuvvetleriyle beraber meydana aktı. Alkol düzenlemesinden dolayı zaten rahatsız olan güruh, ellerinde şişeleriyle takviye yaptı. Ergenekon Medyası, akan ağız suyu eşliğinde tazyikli suyu gösterdi; gaz bombalarının sisli havasında “keşke bir ölüm olsa” diye de ekledi.
BDP’nin İmralı güvercinlerinden bir milletvekili, eylemlerin ilk gününden beri cansiperane çalıştı. Ki nihayetinde emeğinin karşılığında devletin en âli erkânı ile görüştü. Yıllardır Güneydoğu il ve ilçelerini her fırsat ve bahanede savaş alanlarına çeviren partinin Eşbaşkanı, göstericilere “şiddete başvurmama” tavsiyesi yaptı. Anladık ki; bu “süreç”te bir iksir varmış ve bu iksir, içeni tersine çeviriyor. Öyle ki bir zamanlar Güneydoğu illerinde neredeyse ortaklaşa seçim mitingi düzenlediği Kemal Abisini yalnız bıraktı.
Özellikle son süreçte köprüleri daha bir uzağa atıp Erdoğan’ı hain (ve daha nicesi) ilan eden Bahçeli, hükümet tarafında durup, eylemcileri suçladı. Demirtaş’la beraber hükümetten tebrik veteşekkürleri kaptı. Belli ki daha “öl” diyeceği, “vur” diyeceği zaman gelmemiş. “Onun da zamanı gelecek.”
Tüm bunların yanında, son eylemler, zihin dünyamızda yeni ufuklar açtı. Gerçekleri daha açık bir şekilde anlama imkânına kavuştuk. Mesela anladık ki; bu ülkede adam yerine konmak için illa ki kırmak, yakmak, dahası saldırmak gerekiyor. Yoksa seni duymazlar, dinlemezler. “Demokratik süreçleri işlet”mezler.
Eğer etrafa zarar vermiyorsan kimse seni görmez, haber yapmaz. Sakarya Adalet Girişimi gibi yıllarca her hafta basın açıklaması yapsan da belediye otobüsü yakmıyorsan, isteklerin dikkate alınmaz. Kimse gerekli “mesajı almaz.”
Mustazaflar Camiası gibi provokasyonlara rağmen şiddetten uzak dursan da deli gibi saldırmasan, polisler seni evinde bile rahat bırakmaz. Tabi bira içmedikleri için şişe ile saldıramazlar ama en azından kaldırım taşlarını kullanabilirlerdi. O zaman polisler onlara da çiçek verir; Güneydoğu’da ise, çocuklarına top, şeker, balon dağıtırdı.
Ağlamayana süt vermezler biliyorduk, ama Türkiye’de hak alabilmek için ağlamanın değil özellikle de kırıp dökmenin gerektiğini de anlamış olduk. Yoksa kimse seni muhatap almaz, kimse senden özür dilemez. Mesela ortalığı savaş alanına çevirenlerden –ki aslında gerçek bir savaş arzular gibiler- özür dileyen zihniyet, STK yöneticilerine Hizbullah’ın amaçları yönünde faaliyetten ceza keser.
Acaba hükümetin resmi açıklamalarda, illegal örgütlerin kışkırttığını söylediği bu gruplara ne kadar ceza verilecek? Asıl merak ettiğim; kim o erkekliği gösterecek?
Yoksa ortada kocaman bir çelişki kalır. Başbakan ve destekçileri iftira atacak değil ya! Demek ki bir delilleri var ki söylüyorlar. Vardır, değil mi?
İftira atmıyorlarsa; dünyanın en büyük adalet sarayının olduğu bir ülkede herhalde yasadışı örgütlerin amaçları doğrulusunda eylem yapan gruplar cezalarını çeker. Herkes salıverilirken hapislere alınmak sadece Müslümanlara mı kalacak? Kalmaz değil mi?
Bekleyip göreceğiz.