1967'den bu yana Doğu Kudüs işgal altında ama Mescid-i Aksâ gibi Müslümanlara ait fizikî değerler, aradan geçen elli yıla rağmen ayakta. Bu durum, Doğu Kudüs'ün işgalini daha çok, Müslümanlara hakaret için gerçekleştirenleri ve Yahudi fanatikleri öfkelendiriyor. Bu öfkenin israil ve ABD yönetimlerine yansıması ve güncel fırsatlar, Müslümanların Kudüs'teki en büyük fizikî değeri Mescid-i Aksâ'nın durumunu tehlikeye düşürüyor.
Gün aşırı Mescid-i Aksâ'nın durumuyla ilgili istenmeyen haberler alınıyor. israil'in Mescid-i Aksâ'yı sinsice yıkmak istediğine dair malumatlar birbirini izliyor. Ne var ki israil'in emellerine yönelik tepkiler, Müslüman halkın belli bir kesiminde ve cılız kalıyor. İslam dünyasını idare edenler, ancak bu tepkiyi kontrol edememe işaretleri aldıklarında israil'e serzeniş anlamında tepki gösterebiliyor. Çünkü İslam âleminde bu yönde bir tepkiyi gösterecek olanlar, etraflarında kendilerini destekleyecek bir siyasi ve askeri güç göremiyorlar.
Filistin toprakları, 1918'de biten I. Dünya Savaşı ile Yahudilere verildi; 1945'te biten II. Dünya Savaşı ile bu topraklarda israil devleti kuruldu.
israil'in kuruluşuna öncülük eden Büyük Britanya, 1918'de 1945'te olduğundan çok daha güçlüydü. O dönemde Hindistan'ı elinde bulunduruyordu. İslam âleminin Hint kıtası dışındaki kısımlarını daha yeni tam bir işgalle işgal etmişti. 1945'ten sonra ise II. Dünya Savaşı ile yıpranmış, rolünü ABD'ye kaptırmıştı; Hint kıtası da dâhil, İslam dünyasından, bazı Körfez kıyıları dışında, çekilmek durumunda kalmıştı. Onun yerini alan ABD, henüz İslam âlemine yabancıydı, II. Dünya Savaşı'ndaki müttefiki Sovyet Rusya'nın Avrupa'da kendisinden daha kârlı çıkmasından şoke olmuş durumda, Avrupa'nın tamamını kaybetme korkusu içinde bulunuyordu.
Büyük Britanya ve ABD'nin bu durumuna rağmen, Batı'nın İslam dünyasının kalbine saplanan siyonist hançeri bileyip israil diye “devlet” olarak tanıması, nasıl mümkün olmuştu ve 1967 Doğu Kudüs işgali nasıl gerçekleşmişti?
1918'de ümmet, siyasi ve askeri yapısını kaybetmiş ama ruh olarak ayaktaydı. Büyük Britanya, ümmeti topyekûn ayağa kaldıracak bir adımdan korkmuş, temkinli davranmak durumunda kalmıştı. 1945'te ise İslam dünyasında “devlet” sıfatına sahip siyasi yapılar ortaya çıkmış ama bu siyasi yapılar jakoben sekülerizm, milliyetçilik ve sosyalizme yönelmiş, bu eğilimlerle dahilde Müslümanları zapturapt altına almış, Batı'ya teslim etmişti. Ulusal sınırlar ve eğilimler, Müslümanların Kudüs'e gidip siyonistlerle mücadele etmesini engelliyordu, Jakoben sekülerizm ve sosyalist eğilimler, Müslümanları kendi vatanlarında kendileri ile meşgul olmak durumunda bırakmıştı. Müslümanlar adeta zincire bağlanmış, onları ısıracak köpekler ise salınmıştı. Müslümanlar adına mücadele edebilecek öndeki yapı, Mısır'daki İhvan-ı Müslimin hareketiydi. Onun da lideri İmam Hasan el-Benna, israil'in kuruluşundan (14 Mayıs 1948) dokuz ay iki gün sonra 12 Şubat 1949'da şehid edilmiş, henüz genç bir hareket olan İhvan-ı Müslimin sersemletilmiş, Mısır'ın liderliği, ulusalcı sosyalist “Hür Subaylar”a bırakılmıştı. Bundan sonra, israil'le mücadelenin sözde önderliğini onlar yapacaktı. Ne var ki “Kahrolsun israil!” dedikçe İhvan-ı Müslimin'i vuracaklardı. Hür Subaylar, sahte birer imam olmuş, halkın önüne vermiş, halkın yönünü değiştirmişlerdi. Bütün istihbaratları, İhvan-ı Müslimin'i kontrol altına almak; bütün diplomasileri israil'i kuran güçlere kendilerini kabul ettirmek için işliyordu ama israil'i yıkmaktan ve emperyalizmle mücadeleden söz ediyorlardı! İhvan-ı Müslimin'e vurdukları darbeleri bile israil ve emperyalizme karşı mücadele ile açıklıyorlardı. Halkın önemli bir kesimini kendilerine inandırabiliyor, İhvan'ın aziz önderleri idam edilirken yüz binlerce kişi meydanlarda toplanıp Hür Subayların reisi Nasır için “Canımızla, ruhumuzla seninleyiz ey Nasır!” diye sloganlar atıyor, Filistin'deki Arap bile Nasır'ın resmini evine asabiliyordu.
Cemal Abdünnasır ve onun bütün Arap İslam âleminde desteklediği ulusal sosyalizm, gücünün doruğunda iken Seyyid Kutub'un onların eliyle şehid edilmesinden (29 Ağustos 1966) dokuz ay sonra 10 Haziran 1967'de Doğu Kudüs istila edildi, Mescid-i Aksâ'nın dâhil olduğu saha siyonistlerin eline geçti.
Irkçılık, bir Yahudi eğilimidir; örgütlü sosyalizm de bir Yahudi eseridir; dolayısıyla ulusal sosyalizme kapılmak, dolaylı olarak Yahudilerin bir kesimine benzemektir. Esasen ulusalcı sosyalistler, sekülerleşip Yahudilerin desteğiyle 1789'da Fransa'da kurulan nizamı taklit edersek kurtulacağımıza inanmışlardır. Onların bu inanışları, onların ahiretlerini bizimse dünyamızı berbat etti.
Bugün İslam âleminde Türk, Fars, Kürt bir yana kaç Arap ulusalcı sosyalist Mescid-i Aksâ ile ilgileniyor? Aksine yapının tamamına yakını, israil'le doğrudan bağlara sahip.
Kudüs'ü sahiplenmeyi bir inanç meselesi olmaktan çıkarıp bir ideolojinin malzemesi haline getiren bu tecrübeyi, bizimle ilgili yapılan büyük projeler dahilinde tahlil edip bütün neticeleri ile değerlendirmenin zamanı gelip geçiyor. Ulusalcı sosyalizmle yapılmak istenen, dost üniformasına bürünmüş düşman askeri gibi kurtuluş sloganları ata ata bizi esir etmektir.
Bugün ulusal sosyalizm, geçmişe göre zayıf ve neo-liberallerin militan gücüne bürünmüş durumda; İslam âlemine karşı açıkça istilacı güçlerle birlikte hareket ediyor.
İslam âlemi henüz ulusal sosyalist felaketi yüzde yüz aşabilmiş değil, bu felaket, bazı ülkelerde iktidar, bazılarında ise ana muhalefet konumunda. Ama İslam dünyasının büyük problemi tek başına onlar değil.
İslam dünyası, onların militan olarak kullanılarak uğratıldığı sersemlik içinde yeni felaketlerle yüz yüze kaldı. Neticede bugün ABD yanlısı veya karşıtı, İslam dünyasında kendi başına hareket edebilecek bir ülkeler topluluğu yoktur.
Güney Asya'da büyük bir nüfusa sahip Endonezya ve teknolojide yol almış Malezya adeta sahnemizin dışında kalmış, kendini bizimle ilgili problemlerden korumanın yollarını arıyor. Hint kıtasında Bangladeş, ulusal sosyalist bir iktidar altında inim inim inliyor. Pakistan, kendisiyle meşgul.
Ön Asya'da Türkiye ve İran, son günlerde ancak Rusya etrafında bir buluşma gerçekleştirebilmişlerdir; bu buluşmalarını kerhen bile olsa destekleyen neredeyse hiçbir ülke yok.
Suudi Arabistan-Mısır-BAE-Bahreyn grubu, israil'e ve ABD'ye tamamen teslim olmuş durumda.
Kuzey Afrika, gün geçtikçe Endonezya ve Malezya gibi kendisini sorunlu evrenimizin dışına atma derdinde. Bu ülkelerden kimi zaman küçük bir açıklama dahi duyulmuyor. Esasen, buralardaki hâlâ kısmen ayakta ve Batı ile sıkı fıkı bağlara sahip sosyalist siyaset, ılımlı olmayı koşulları gereği zorunlu bulan İslamî siyaseti kilitlemiş görünmektedir. Cezayir'de ulusal sosyalistler geçmişe göre İslamî kimliğe dönüş işaretleri verseler de hâlâ iktidardalar, Tunus'ta da öyle. Fas'ta ise İslamî kesimlerin başbakanlığındaki iktidara ortaklar. Bu tabloyla durumumuz, Avrupa'nın, Osmanlı'nın Viyana kapılarına dayandığı günlerdeki durumuna hiç benzememektedir.
İçinde bulunduğumuz hâl, Mescid-i Aksâ'nın durumunu daha da tehlikeye düşürmektedir. Zira Kudüs, İslam âleminin güç ve hürriyet barometresidir. İslam âlemi güçlü olduğunda Kudüs, selamettedir; İslam âlemi zayıf olduğunda Kudüs, tehlike altındadır. Mevcut hâlimiz, siyonistlere cesaret veriyor.
İslam dünyasında ulusal sosyalizm felaketini kavramamış Arap İslam bölgesini aşan güçlü bir durum tahliline ihtiyaç vardır. Arap İslam âlemindeki fikriyat bu konuda hâlâ çok kısır. Ama İhvan-ı Müslimin ile oluşmuş fikrî bereket öne sürülerek hâlâ Müslümanların yönü Arap İslam bölgesinden gelecek tahlillere çevriliyor. Oradan gelen tahlillerin önemli bir kısmı ise buram buram ulusalcı kısırlık kokuyor. O kısırlık, bize samimiyet ve kararlılık gibi pazarlanıyor. Düşünsel anlamda zenginleşip bu kısırlıktan kurtulmak durumundayız. Öyle görünüyor ki Arap İslam bölgesinin ve dolayısıyla Kudüs'ün kurtuluşu, bir kez daha o bölgenin dışındaki Müslümanların ihya olmasıyla gerçekleşecektir.