Malumunuz; kutlu bir aya girmiş bulunuyoruz. Rebiülevvel ayının on ikinci gecesi mevlid kandili, yani Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in dünyaya teşrif ettiği gün olarak kabul ediliyor. Müslümanlar bu geceyi, ibadetle ihya etmeye çalışıyorlar. Her kandilde olduğu gibi, çeşitli yayın organlarında hocalarımız bu gecede yapılacak olan ibadet, zikir ve faziletleri ile ilgili konuşmalar yapmaktalar.
Kandiller ile ilgili Müslümanlar arasında karşılaştığımız tüm tartışmaları bir kenara bırakıp, toplumumuzun manevi bunalımları had safhada iken, kandil gecelerini bu minvalde yeni bir başlangıç mesabesinde görmek gerekmektedir. Ve mevlid kandilinde yapılabilecek en güzel ibadetlerin başında tefekkürün geldiği unutulmamalıdır. Nitekim; bu gecenin önemini idrak edebilmek için o günün şartlarını zihnimizde şöyle bir canlandırmak gerekir.
Yaklaşık olarak beş yüz yıl süren fetret devrinde, yani peygamber gelmeyen bu uzun süreçte, insanlığın nasıl bir karanlığın içinde bulunduğunu bilmeden, Peygamber (s.a.v.)’in doğumunun önemini kavramak mümkün değildir. Öyle ya; karanlığı bilmeyen aydınlığın değerinin de farkına varamaz.
O, öyle bir zamanda doğdu ki, insanlar yolunu şaşırmış bir vaziyetteydiler. İyilik ve merhamet gibi erdemler sanki yeryüzünden çekilip alınmış, güç ve kudret sahipleri kendi hükümranlıkları altındaki insanlara ilahlık taslıyorlardı. Güçlü olan her zaman haklı sayılıyordu. Zayıf olan eziliyor, kimin kime gücü yeterse ona zulmediyordu. Otorite sahipleri tebaasına, zengin fakire, koca karısına, baba evladına…
Öyle bir zaman ki; mahalle baskısı dediğimiz toplumun yönlendirmesi ile baba kızını kendi elleriyle diri diri toprağa gömüyordu…
Kadınların toplumdaki varlıkları bir eşyadan farksızdı. Alınıp satılıyor, miras olarak bırakılıyordu. Kadın ve kızların maruz kaldıkları bu insanlık dışı muameleler, zannedildiği gibi sadece Arap yarım adasına mahsus bir durum değildi. Aksine dünyanın farklı bölgelerinde, başka medeniyetlerde de durum bundan farklı değildi. Hatta o dönemde Hristiyanlar arasında kadınların ruhu olup olmadığı konusunda tartışmalar yapılıyordu. Nitekim; bu tartışmaların sonucunda Hz. Meryem dışındaki kadınların, ruhunun olmadığına karar veriliyordu.
Bu birkaç örnek dahi; o dönemdeki mazlumların çektiği ızdırabı anlayabilmek için kâfidir.
İnsanlığın bir kurtuluş muştusu beklediği, sabrın son raddesine dayandığı bir sırada, karanlığı güneş gibi aydınlatan siyretiyle insanlığa umut ışığı olan Efendimiz (s.a.v.) dünyaya geliyordu. Doğduğu gece Kisra’nın sarayından 14 sütun yıkılmış, Mecusilerin bin yıldır yanan ateşi sönmüş Kâbe’deki putlar yere yıkılmıştı. O’nun doğumu sırasında yaşanan bu olaylar zulüm saltanatlarının yıkılacağının birer işaretiydi.
Vahyin gelişi ile birlikte, yirmi üç yıl boyunca adaleti yaymak için hiç durmadan çalışan Allah Rasulü (s.a.v.) kendisinden sonra gelecek olan ümmetine de muazzam bir mücadele örneği sergilemiştir. O’nun yetiştirdiği insanlar da vefatından sonra O’nun yolunu sürdürmüşler, İslam’ın adaletiyle hükmetmişler. Bu minvalde geçen vahiy ve halifelik döneminde insan hakları bakımından gelinen nokta, bugün dahi batının yanından bile geçemeyeceği bir seviyeye gelmişti.
Özellikle o dönemde İslam’ı kabul eden halkın değişimi ile ilgili örneklere şaşırmamak mümkün değildir. Kendi kızını bile öldürebilecek kadar vahşi olan bu insanlar, bir karıncayı yanlışlıkla ezdiği için ağlayacak vaziyete gelmişlerdi.
Bu değişimin sebebi İslam’ın kusursuz mesajı olduğu kadar aynı zamanda bu mesajı getirenin de muazzam ahlakıydı. O’nun sabrı, cömertliği, mütevazılığı, cesareti, hilmi (yumuşaklığı), merhameti ve saymakla bitiremeyeceğimiz daha bir çok ahlaki erdemi, bu değişimde çok büyük role sahiptir.
Mevlid kandilinde, bu konular üzerinde tefekkür ederek, O’nu tanımayı, O’nu sevmeyi nasip ettiği için bir de Rabbimize şükretmeyi ihmal etmemeli…
Selam ve dua ile…