"Mir Bedirxan" Üzerine Düşünceler

Bu konuda, İngiltere’nin ve Fransa’nın, Mir Bedixan’ı çok ağır bir şekilde cezalandırması için, Osmanlı devletine çok yoğun baskılar yaptığı biliniyor...

Ahmet Kardam’ın, “Cizre-Botan Beyi Bedirhan” kitabının ikinci cildi yayımlandı. “Sürgün Yılları” adını taşıyan ikinci cild, yine Dipnot Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabın arkla kapağının iç yüzünde, ilk cilde olduğu gibi belgelerin asıllarını içeren bir CD var. (Cizre Botan Beyi Bedirhan, Sürgün Yılları, Dipnot Yayınları, Ankara 2013)

Ahmet Kardam’ın Mir Bedirxan’la ilgili iki cildlik bu çalışması, 19. Yüzyılın başlarında ve ortalarında, Kürd-Osmanlı ilişkilerinin nasıl kavrandığını, nasıl geliştiğini göstermesi bakımından çok önemli bir kaynaktır.

İki cildlik bu çalışma dolayısıyla, Mir Bedirxan’la ilgili bazı düşüncelerimi duygularımı dile getirmek istiyorum.

1839’da, Nizip’de meydana gelen, İbrahim Paşa-Osmanlı Savaşı çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu savaşa Mir Bedirxan, Osmanlı ordusu safında katılmış, İbrahim Paşa ordularıyla savaşmıştır. Mısır Hükümdarı Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu olan İbrahim Paşa o dönemde Suriye valisiydi.

Savaş sonunda Osmanlı ordusu yenilir. Bu yenilginin Mir Bedirxan’ın zihninde bir kıvılcım çaktırdığı kanısındayım. Bundan sonra, Kürd beyleriyle ittifaklar kurmaya başladığını, bu konuda yoğun bir diplomasi geliştirdiğini görüyoruz. Müküs Beyi Xan Mahmud’la, Hakkari Beyi Nurullah Beyle, Zaho Beyi İsmail Beyle, Revandiz’de, Mir Muhammed’le, daha, irili ufaklı birçok beyle ittifaklar kumaya çalıştığını izliyoruz. “İbrahim Paşa’nın yaptığını biz diplomatik yollarla gerçekleştirebiliriz” anlayışındadır.

Osmanlı bu süreci bir tehdit olarak algılamakta ve etkisiz bırakmak, ittifakları dağıtmak için her yolu kullanmaktadır.

Mir Bedirxan’ın, bu düşünceyi doğrulayacak düşünce veya duygu açıklaması yoktur. Kişi olarak, böyle bir düşüncesinin var olabileceğini kuruyorum. Bunu, Osmanlı’nın, Bedirxan Beye ve öbür Kürd beylerine karşı geliştirdiği ve kararlı bir şekilde uyguladığı, politikalardan, geri dönüşü olmayan sürgünlerden, malların–mülklerin müsaderesinden, beylere çok küçük maaş bağlanmasından… anlıyoruz. Osmanlı’nın, Mustafa Reşit Paşa’nın, bu ittifakları bozmak, Kürd beyliklerini dağıtmak, Mir Bedirxan’ı, öteki Kürd beylerini, merkeze bağlamak için, yoğun bir çaba içinde olması, bu farkında olmakla ilgilidir.

Mir Bedirxan’ın, 1844’de ve 1846’da Nasturilere karşı geliştirdiği saldırlar, birincisinde on bin, ikincisinde otuz bin Nasturi’nin katledilmesi, bu düşünceyi, bu tahayyülü, çürüten çok önemli olgulardır. Nasturileri katleden, mallarına-mülklerin el koyan, yağmalayan, katliamdan geri kalanları, kadınları, çocukları esir pazarlarında satan bir zihniyetin bağımsız Kürdistan oluşturması mümkün değildir.

Bu konuda, İngiltere’nin ve Fransa’nın, Mir Bedixan’ı çok ağır bir şekilde cezalandırması için, Osmanlı devletine çok yoğun baskılar yaptığı biliniyor. Bağımsız Kürdistan’ı düşünen bir Kürd lider, İngiltere’nin ve Fransa’nın ve aynı zamanda Rusya’nın, dünyadaki varlığından, Yakındoğu’da, Ortadoğu’da yürüttüğü politikalardan haberdar olmalıdır. Mir Bedirxan’ın, Ehmedê Xanî’yi bilip bilmediği de belli değildir. Kürd medreselerinde eğitim görenlerin, Ehmedê Xanî’yi, Melayê Cizîrî’yi, Feqîyê Teyran’ı bildikleri söylenir. Mir Bedirxan’ın medresede tahsil görüp görmediği, medresede neler öğrendiği belli değildir.

Bir an için, Mir Bedirxan’ın, Nasturilere karşı ılımlı davrandığını, İngiltere’nin, Fransa’nın, Rusya’nın bilincinde olduğunu, savaşında, diplomasisinde başarılar olduğunu, kendine ait bir devlet kurduğunu, hükümdar olduğunu düşünelim. Bu devleti nasıl değerlendirmek gerekir? Bu durum üzerin bazı hipotezler geliştirilebilir. Şöyle:

1)Bu devleti korumak varlığını sürdürmek için asker gerek. Ordu gerek. Toplumda asayişi sağlamak için, kurulu düzenin sürdürülmesi için, polis, zabıta gerek. Bu ordu, bu polis kimlerden oluşur? Diyelim, Mir Bedirxan’ın mensubu olduğu aşiretten, ittifak yaptığı bir beylerin aşiretlerinden, bu beylerin de içinden çıktığı halktan… Bu halk Kürd halkıdır, Kürdçe konuşmaktadır.

Bu devletin yönetim işlerini yürütmek için, başka ülkelerle, devletlerle ilişkilerini sürdürmek için bir bürokrasiye ihtiyaç vardır. Hizmet yapmak için vergi toplamak gerekir. Bunun için de bir bürokrasiye ihtiyaç vardır. Bakanlar, valiler, kaymakamlar, muhtarlar, müdürler, memurlar… Bu kategoriler kimlerden oluşur? Diyelim, Bedirxan’ın mensubu olduğu aileden, aşiretden, ittifak yaptığı öbür aşiretlerden, çevredeki halktan… Kürd olan, Kürdçe konuşan bir halk.

Askerlerin, memurların, bürokratların, yetiştirilmesi, çocukların yetiştirilmesi için eğitim kurumları gerek. Diyelim medreseler gerek, askeri okullar gerek. Bu eğitim hangi dil ile yapılacak? Şüphesiz Kürd dili ile yapılacak.

İşte bütün bu işlerin örgütlenmesi süreci bir devlet yaratır. İşte Kürd devleti budur.

Denecektir ki, bu feodal bir devlettir, Mir Bedirxan’ın kendisi için kurduğu bir devlettir. Değil 19. Yüzyılda, 20 yüzyılın ilk çeyreğinde ve sonrasında da devletler böyle oluşuyordu. Örneğin, 1920’lerede, Irak, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan nasıl oluştu? Şerif Hüseyin’in Arabistan’ı nasıl oluştu?

Yalnız, Mir Bedirxan’ın oluşturacağı devlet ile, 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde, Milletler Cemiyeti döneminde oluşturulan, yukarıda adı geçen devletler arasında çok önemli bir fark var. Mir Bedirxan, kendi savaşıyla, kendi diplomasisiyle böyle bir devlet yaratıyor. Yukarıda adı geçen devletler ise, İngiltere’nin ve Fransa’nın, çabalarıyla oluşturuluyor. İngiltere, Şerif Hüseyin’in büyük oğlu Faysal’ı, önce Suriye krallığına getiriyor. Fransa’nın buna itirazı üzerine Irak’a kral yapıyor. Ortanca oğlu Abdullah’ı Ürdün’e kral yapıyor. Küçük oğlu ise, Arabistan’da, Şerif Hüseyin’den sonra, tahta geçecek kişidir, kral naibidir.

Kanımca, bu devlet kısa zamanda modernleşebilirdi. Mısır’da, Mehmed Ali Paşa’nın gerçekleştirdiği modernleşmeyi, Mir Bedirxan da gerçekleştirebilirdi. Devlet olduğu için ve daha az müdahale ile karşılaşacağı için, bu modernleşme iç dinamiklerle gelişebilirdi. Böyle bir durumda, Türkiye, İran, Irak, Suriye, daha istikrarlı olarak gelişebilirdi. İngiltere ve Fransa, Yakındoğu’da, Ortadoğu’da, bu kadar varlık gösteremezdi.

Örneğin Saddam Hüseyin döneminde, Irak, nasıl bir devletti? Irak Saddam Hüseyin’in devletiydi. Merkezde Saddam Hüseyin vardı. Hemen yakınındaki, yüksek bürokratlar, yüksek askeri komutanlar, kendi ailesindendi. Oğullarıydı, yeğenleriydi. Damatları bile bu yakın halkada yer almıyordu. İkinci güvenlik halkasında yine kendi ailesinden, akrabalarından kişiler yer alıyordu. Üçüncü halkada Tikrit aşiretinden, kimseler vardı. Yüksek bürokratlar, askeri komutanlar böyle seçiliyordu. Nüfusun % 60’ını oluşturan Şiiler yönetim dışı tutuluyordu. Arap baharı, Libya’da, Kaddafi’nin de böyle bir aşiret yapısına dayandığını gösterdi.

2)1960’lerın sonlarından itibaren, Ubeydullah Nehri’nin, 1880 ayaklanması ile ilgili yazılar, kitaplar yayımlanmaya başlamıştı. Türk akademisyenler, bu ayaklanmayı, Ubeydullah Nehri’yi küçümseyici yorumlar yapıyorlardı. “Feodal ayrıcalıklarını korumak için girişilen bir ayaklanma, devletin, vergi istemesine, asker istemesine karşı çıkıyor. Kendi bölgelerinde sahip oldukları bazı ayrıcalıkları korumak istiyor...”

1925 Şeyh Said kalkışması için de benzer ifadeler kullanılıyordu. “Din devleti kurulacaktı, gerici bir ayaklanmaydı…”

Kürdler, kapitalist bir devlet oluşturmaya çalışsalar, bu zihniyet, “niye sosyalist değil, Sosyalist olmadığı için karşı çıkıyoruz, destek vermiyoruz…” der. Ama, Kürdlere, Kürdistan’a, Kürdçe’ye neden baskı yapıldığı üzerinde hiç durulmaz. Bunlar, aslında, Kürdlere, sosyalist bir devlet istendiği anlamına gelmiyor. Aslında, Kürdlerin hiçbir statünün sahibi olması istenmiyor, Bunlar, sadece bahane olarak ileri sürülüyor.

Türk Çevirmenler Derneği (TUÇED) Asbaşkanı Şevket Kunar’ın, Kürdçe için, “yetersiz bir dil, basit bir dil, kelimeler yığını…” (gazeteler, 6 Mart 2013) tabirini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Türk aydınlarının önemli bir kısmı, Kürdçe’ye uygulanan baskılara, yasaklara, hiçbir zaman karşı çıkmamıştır. Bu Baskıları, yasakları doğal görmüştür. Fakat, her zaman, “Kürdçe eksik bir dildir, basit bir dildir. Hukuk, felsefe konuları bu dille ifade edilemez…” gibi sözler etmişlerdir. Yasakları, doğal karşılamışlardır. Devletin, Kürdler, Kürdçe, Kürd sorunu konularında vatandaşlarına verdiği terbiye budur.

İstanbul Kürd Enstitüsü başkanı Zana Faqînî, TUÇED Asbaşkanı’nın bu açıklamasına tepki gösterdi. 2000 yılında hazırlanan ve 60 bin maddelik olan, Türkçe-Kürdçe Sözlük’den, 2004 yılında hazırlanan ve 166 bin maddelik olan Kürdçe-Türkçe Sözlük’den söz etti. Bu sözlükler, İstanbul Kürd Enstitüsü tarafından yayımlanmıştı. Kürdistan Bölgesel Yönetiminde yapılan, İlkokuldan üniversiteye kadar Kürdçe eğitimden söz etti. Zana Farqînî gibi değerli Kürdologlar, değil 166 bin maddelik, 200 bin maddelik sözlükler bile getirseler, TUÇED Asbaşkanı gibi, anti-Kürd, bilgisiz, seviyesiz insanların düşüncesini, tutumunu değiştiremez. Çünkü devlet, Kürdler, Kürdçe, Kürd sorunu konularında vatandaşlarını böyle eğitmiş. Bu anti-Kürd tutumlar ve davranışlar ancak eğitim ile elde edilirler. Bu da “kardeşlik” anlayışının bir göstergesi olsa gerek.

Türk aydınlarının, 1985-1988 yılları arasında, Bulgaristan’da yapılan, isim değiştirme, Türkleri Bulgarlaştırma operasyonlarına nasıl tepki gösterdiği yakından bilinir. Türk aydınlarının çok önemli bir kısmının, kendi devletinin, Kürdlere uyguladığı Türkleştirme operasyonlarına ise hiç karşı durmadığı, sürekli olarak, “Kürdçe dil değildir, medeniyet dili değildir, Türkçe, Farsça, Arapça sözcüklerin yığıldığı bir dildir… vs. diyerek Kürdleri, Kürdçe’yi aşağılamıştır. Bu zihniyetin, Kürdçe-Türkçe, Türkçe-Kürtçe sözlükler hazırlamaya çalıştığı da basına yansımaktadır. Bunun için, “gölge etme, başka iyilik istemem” demek en iyisidir.

Filistinlilerin hakları-özgürlükleri konusunda da Türk aydınları çok hassastır. Örneğin, birisi, “Filistin sorunu İsrail’in demokratikleşmesiyle çözülür…” dese, buna hemen itiraz eder, “Filistin bağımsız olmalıdır” der. Ama, Kürd sorunu gündeme gelince tam tersini savunur. “Türkiye demokratikleşince Kürd sorunu da çözülür…” der.

3)Kürd bölgelerindeki özerk yapıyı bozup dağıtmak, bölgeyi tamamen merkeze bağlamak, Osmanlı Yönetimi’nin çok önemli bir çabası olmuştur. Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın merkezi devlet bilinci bu konuda çok belirleyicidir. 19. Yüzyılın ilk yarısında ve ortalarında Osmanlı’nın beka sorunu, merkezi devlet anlayışının yaşama geçmesini gerekli kılmaktadır.

Kürd bölgelerindeki özerk, otonom yapının, korunmasını ve güçlendirilmesini amaçlayan her düşünceyi ve eylemi, Osmanlı yönetimi kendisi için tehdit saymaktadır.

Bu çaba içindeki Kürd beylerinin etkisiz hale getirilip sürgüne gönderilmesi çok önemli bir operasyondur. Sürgünlerle birlikte Kürd beylerinin mallarına el konulması, sürgünlerden dönüşün söz konusu bile edilmemesi, Osmanlı’daki beka bilincinin önemli unsurları olmaktadır. Bu çerçevede, mallarına mülklerine tamamen el konan, mülksüzleştirilen Kürd beylerine çok küçük bir maaş bağlanması, bu yolla devlete muhtaç kılınması, beka bilincinin yine önemli bir unsuru olmaktadır. Cizre-Botan Beyi Bedirxan kitabının birinci cildinde, Mir Bedirxan’ın, Hristayan Nasturilere karşı çok kötü muamele yaptığı gösterilmişti. Girit’deki sürgün yıllarında, 1857’de, gerçekleşen bir Hristiyan direnişinde, Mir Bedirxan’ın, Hristiyanları korumaya çalıştığını, Müslüman askerler tarafından linç edilmeye kalkışılan bir Hristiyan genci linç edilmekten kurtardığını görüyoruz. Bunu, Mir Bedirxan’ın zihninde gelişen bir aydınlanma olarak değerlendirmek mümkündür.

4)Ahmet Kardam, “Cizre-Botan Beyi Bedirhan Sürgün Yılları” kitabında Emir Abdülkadir’den söz etmektedir. (s. 192-196) Emir Abdülkadir, 1830 yıllarında, Cezayir Fransa tarafından işgal edilince, işgale karşı savaşan, halkı bu yolda örgütleyen bir lider… 1847 yılına kadar mücadeleyi sürdürüyor. 1847’de, koşullar teslim olmayı dayatıyor. Fransa, görüşmelerde varılan anlaşmaya uymuyor, Emir Abdülkadir’i Suriye’ye sürgün ediyor.

Mir Bedirxan’la, Emir Abdülkadir’in karşılaştırılması, her iki liderin Hristiyanlara karşı nasıl muamele ettikleri, İslamı nasıl yorumladıkları dikkate değer bir durumdur.

İbrahim Sediyani, "İslam Kardeşiliği"başlıklı bir yazı yazdı. Yazıda, Kürdlerin ve Bengalli Müslümanların İslam’ı nasıl kavradıklar yorumladıkları karşılaştırılıyor.

Bu iki karşılaştırma üzerinde yapılacak bir inceleme, Kürd/Kürdistan sorunu hakkında çok sağlıklı bilgiler verecektir. Türkiye, Pakistan, Hindistan, Bengladeş hakkında da…

Kaynak:Ufkumuz

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.