Cevabını aradığımız soruyu hatırlayalım: 1960’lı yıllardan başlayarak evvela işgücü ve sonraları çeşitli nedenlerle Avrupa’ya giden Türkler asimile yoluyla tarihe karıştırılıncaya kadar “Misafir işçi” -ki bunun diğer adı modern köleliktir- olarak mı yaşayacaklar yoksa milli, dini ve kültürel değerleriyle birlikte içinde yaşadıkları ülkelerin saygın bir topluluğu mu olacaklardır? Buna örnek olarak da bir zamanlar Mısır’a köle olarak götürülen, ama yok olmak yerine zaman içinde devlet olan Türkleri vermiştik.
Yanlış anlaşılmasın diye bir daha belirtelim; buradaki kastımız veya sorumuz Türklerin Avrupa’da devlet olmaları değildir. Kaldı ki, Avrupa’daki yabancılar Türklerden ibaret değildir. Ve diğer yabancıların sayısı Türklerden fazladır. Dolayısıyla buradaki sorular ve çözüm önerileri diğer yabancılar için de geçeridir.
Evet, Türkler Avrupa’da kalmaya karar kıldılar, ama ne yazık ki, bugüne kadarki sermayelerinin ciddi bir kısmını Türkiye’ye aktardılar. Ellerinde var hayal kırıklığı, inançlarının, güvenlerinin ve tabii ki alın terlerinin istismarı… Avrupa’daki yatırımları da kendilerini yarınlara taşıyacak nitelikten uzaktır. Haddizatında hayırsever olan Avrupa Türklerinin alın teri hala istismar edilmektedir. İster kendilerini muhafazakâr veya dini olarak tanımlasınlar, ister sağcı, solcu veya başka bir şekilde, Avrupa’daki yapılar da -istisnaları hariç- bu istismarın bir parçasıdır. Bu da doğal olarak bütün yapılara olan güveni ciddi biçimde sarsmıştır. Bu güveni yeniden kazanmaları için şeffaflaşmaktan başka bir çıkış yolları da yoktur. Aksi halde daha da küçülecekleri ve önemlerini yitirecekleri kesindir. Temennimiz, bütün eksik ve aksaklıklarına rağmen Avrupa Türklerinin hayatında önemli bir yeri olan bu yapıların yitirdikleri güveni yeniden kazanmalarıdır.
Bugün itibariyle Avrupa Türkleri sadece işgücü ve nüfus olarak değil, beyin gücü ve ekonomik güç olarak da kayda değer bir konumdadırlar. Her meslek dalında, her bilim dalında ve kısaca hayatın hemen hemen her alanında Türkler de vardır. Ancak toplumdaki etkileri ve saygınlıkları ellerindeki bu büyük imkânlarla maalesef ters orantılıdır. Bu imkânlarını ve güçlerini yerli yerinde kullanacak bir altyapıdan yoksundurlar. Daha önce de dikkat çektiğimiz gibi ne diplomaside, ne de ekonomi ve siyaset gibi önemli alanlarda bir lobileri bile yoktur. Medya, akademi ve sanat gibi alanlarda da bir güç değildirler. Örneğin, parmakla gösterilebilecek günlük bir gazeteleri olmadığı gibi haftalık ve hatta aylık dergileri de yoktur. Gazete ve dergi olarak çıkarılanlar da bir cemaatin veya örgütün yayın organı olmasından öte bir etkiye sahip değillerdir.
Ellerindeki imkânları hakkıyla ve layıkıyla değerlendiremeyişlerinin nedenleri şüphesiz ki aralarındaki dayanışmanın yetersizliği, topluluk olarak aşamadıkları milliyetçilik, mezhepçilik, cemaatçilik ve grupçuluktur. Aile yapısı da büyük bir yara almıştır. On binlerce çocuk değişik nedenlerle ailelerinden alınmıştır.
Bütün bunlardan hareketle vardığımız sonuç şudur: Avrupa Türkleri bu halleriyle kendi kimliklerini uzun bir süre koruyamazlar. Çünkü kimliklerinin özünü oluşturan dinlerini öğrenip ona göre yaşamak konusunda ciddi sorunlar yaşamaktadırlar. Bununla birlikte bir de kültürlerinin özünü oluşturan Türkçe ile de ciddi sorunları vardır. Türkçeleri genelde günlük konuşmalarla sınırlıdır. Oysa bir dil kitapla, sanatla, edebiyatla, şiirle, tiyatroyla ve sinemayla beslenmediğinde hızla inişe geçer ve tarih olur. Kürtçenin durumu ise daha bir hazindir. Ama oraya girmeyelim.
Gerçi Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da Türklerle Kürtlerin en güçlü ortak paydası ve üst kimliği hala dindir, ama gerek Türkiye’nin inkâr politikalarını aratmayan uygulamaları ve gerekse milliyetçilik bu bağı Avrupa’da da her geçen gün zayıflatmaktadır.
Türkiye’nin mevcut politikalarıyla Avrupa Türklerinin kimliğine nasıl bir katkı sağladığı da tartışmalıdır. Çünkü nasıl ki, gönderdiği din adamlarının hareket alanları genelde devletin resmi dini ile sınırlı ise ve dolayısıyla Avrupa’daki dini özgürlüklerin gerisinde kalıyorsa, gönderdiği Türkçe öğretmenleri ve öğrettikleri Türkçe de hamaset ve ırkçılıkla malul olduğundan arzulanan faydayı sağlamıyor.
Tabii, kalmakta karar kıldığımız Avrupa’yı ne kadar tanıdığımız da ciddi bir soru ve sorundur. Eğer Avrupa’nın çok dinliliğinin, çok kültürlülüğünün ve çok ulusluluğunun yine Avrupa’nın koyduğu görünmez ama kalın sınırlarla çevrili olduğunu göremezsek, Sezai Karakoç’un Masal şiirinde tasvir ettiği gibi kendimizi Avrupa tarafından yavaş yavaş yutulmaktan kurtaramayız. Çünkü Avrupa’nın kendisinden olmayanı öğütücü ve sonuçta kendisine benzetici bir yapısı vardır. Avrupa, evet demokrasi ve sosyal adalet gibi konularda kayda değer bir ilerleme kat etmiştir, insanın fıtratıyla barışık olmadığı da bir gerçektir. Bu noktada bugünkü Yahudiliğin, Hristiyanlığın veya başka bir dinin yahut ideolojinin köklü eleştirileri yoktur, ama İslam’ın vardır. Ki bu da genelde Avrupa’daki bütün Müslümanların ve özelde de Türklerin İslam üzerinden kesintisiz bir baskıya maruz kalmaları demektir. Bu baskının dozunu ve seyrini Avrupa’nın kendi demokrasisindeki ve insan hakları iddialarındaki samimiyeti ile Müslümanların niteliği belirleyecektir.
Avrupa’da kendisinde olmayanı kesinlikle kabul etmeyen güçlü bir damar olduğunu bilmek gerekir. Örneğin, üzerinden yarım yüz yılı aşkın bir zaman geçmiş olmasına rağmen Türklerin neden hala “misafir işçi” olarak anılmakta oldukları üzerinde düşünmek gerekir. Ama her yerde olduğu gibi Avrupa’da da insani bir damar vardır. Avrupa Türklerine düşen de bu insani damarın bir parçası olmaktır. Fakat hakikati söylemek gerekirse, Türkler bu konuda da olmaları gereken yerde değildir. Çünkü İslam haddizatında güven, barış ve izzetin diğer adı olmasına rağmen her yerde olduğu gibi Avrupa’da da bunu hayata geçirdikleri söylenemez.
Dış etkenler de önemlidir, ama Avrupa Türklerinin gelecekte nasıl bir yerde olacaklarını yine kendi inanç ve yaşamları belirleyecektir.