Modernizm özellikle son iki yüzyıla, sanat, kültür, eğlence, barınma, yeme-içme, düşünme(me) gibi hayatın her alanına damgasını vurmuş çok belirleyici bir akım olmuştur. Bir düşünce akımından ziyade daha fazla tüketime, haz ve hıza hizmet eden bir yavan ve yaman yaşam biçimine evirilmiştir.
Modern hayatı insanlar zihnen çoğu kez sorunlu buluyorken, modern tarzda yaşama gayreti de ayrı bir handikabın ve paradoksun tezahürü olmuştur. Belli değerlerden koparma ön koşuluna bağlı olan modern hayat ürkeklikle başlar. Alışılmış ürkeklikler kanıksanmış yanlışlara dönüşür. Sonra da kabullenmiş doğrular olarak zihni esir alır.
Modern dayatma öyle hızlı ve öyle en içeriye kadar nüfuz ediyor ki, mukavemet gösterenlerin kendi çocuğunu bile tesir edemiyor olması mukavemet azmini de bitiriyor ki bu, modernizmi, istilasını elini kolunu sallayarak yapacak kadar cüretkar kılmıştır.
Sosyalleşmekten, muhabbetten, dert edinmekten, dert dinlemekten, yakınlarıyla ilgilenmekten, karşılıksız iyilikten feragat etmelisiniz modern hayatın bedeli olarak. Buna karşı çok kolaylaştırılmış bir hayata da sahip oluyorsunuz. Teknolojik konfor size bir başınıza yaşayacağınız toz pembe bir hayat vaat eder ve sunar. Tek şartı vardır size sunacağı konfor ve kolaylığa karşın; tek başınıza yaşamalısınız bu “saâdeti”.
Arkadaş, komşu, akraba, dost, sokak, mahalleli, hemşehri, hatta memleket kavramlarınız olabildiğince “yumuşak” hale gelmeli hatta hiçleşmeli. Dahası modern insan inancıyla arasına mesafe koymalı. Aksi halde modern olma şansı yoktur. Çünkü tüm inançlar, özellikle de İslam modern dayatmanın aksine sosyalleşme, cem olma, ortak hareket etme, ortak kararlar alma, ortak yaşama anlayışı üzerine inşa edilmiştir. Bu bağlamda modern hayat ile inanç arasında bir ikilem yaşıyor oluyorsunuz ve ikisinden birinin ilkelerini çiğnemiş oluyorsunuz.
Günümüz dünyasında modern hayatın biçim ve imkanlarından yararlanan toplumlarda hızlı bir şekilde, inancın vaaz ettiği sosyal alanı terk etme ve yerini sanal alana bırakan sosyal mutasyon süreci yaşanıyor.
Esasen teknolojinin de ürettiği modern hayat bu dünyanın değişmez bir gerçeği. Bu sürece müdahale veya süreci değiştirme imkânsızdır. Gerek de yoktur. Belki bunun yerine modern hayatın yaşam modelimizi ve pratiğimizi dejenere etmesine ve sosyal alanı daraltma hatta sıfırlama kastına çareler aramak gerekir. Belki de modern insanın en büyük handikaplarından bir tanesi de sınırsız yaşam imkânlarıyla birlikte insan fıtratına asla uymayan hatta tüm canlı fıtratına uymayan yalnızlaşma hezeyanını yaşıyor olmasıdır.
Hiçbir çaba modern yaşamın cazibesine mani olamıyor. Lokal ve münferit başarılar dışında Müslüman çaba modernizmin bu tahribatının önüne geçemiyor. Öyle ise mutlak değişmez gerçeğimiz olan modern yaşama rağmen Müslüman çaba ne yapabilir. Pes mi etmeli? Ki etmese bile süreç ve sonuç üzerinde etkili olamıyor. Yoksa dinin vaaz ettiği bir kısım erdemleri revize mi etmeli; hatta vaz mı geçmeli. Ki buna kuvvet ve kudreti olamaz.
Ya da yeni yol ve yöntemler mi bulmalı. Elbette yeni yol ve yöntemler vardır ve bulunabilir. Dini emir ve buyruklarla işe başlamamalı. Önce sosyal alana çekmeli insanı. Sonra dindar kimliğin şekillenmesi çabası sürdürülmeli. Zira önce sosyal saha terk ettirildi sonra dindar kimliğiyle oynandı insanın. Yani işe dindar kimlik inşası ile asla başlamamalı. Modern konfora çok müdahale etmeden sosyal sahaya çekebilmeli. Çünkü insan modern konfor ile dindar kimlik arasında seçim yapmaya zorlanmıştı zaten. Modern kafa da dindar çaba da insanı iki tercihiyle birlikte yaşama seçeneğinden men etti. Ve insan modern yaşamı dindar kimliğe tercih etmekle kalmadı, yaşamadığının düşmanı olma psikolojisi ile dindar kimliğin karşısına dikildi. Dolayısıyla tek modern pratiğe zorlayan iradeler insanı kendi seçisiz rengine bürüdü. Zayıf ve yalnız kalan dindar kimlik de olabildiğince kabuğuna çekildi. Birbirinin zehiri gördü modernistler ve dindarlar birbirlerini. Bu da tabii olarak bir çıkmazdı. Modern cazibe aldı başı gidiyor ama uçurumun ucu da görünmeye başladı esasen.
Mesela sitelerden başlayarak buraların ruhuna uygun sosyal yaşam pratiklerini geliştirmeli. Çarşı ve pazarlarda benzer çözümlere kafa yormalı. Bir zihin fırtınasıdır bu söylediğim, biliyorum. Ama düşünmeli. Kafa yormalı. Yetmez, bunu pratize edecek ve kalıcı bir kültüre dönüştürecek gönüllü kadrolar/kitleleri devreye sokmalı. Buraya büyük enerji sarf etmeli. Ciddi akademik çalışmalar ile işe başlamalı.
İnsanı sosyal hayata dahil edecek, sıcak teması sağlayacak kültürel geri kazanıma hizmet edecek yaygınlıkta, uygulanabilir projeler üretmeli. Geri kazanım diyorum çünkü sosyal hayat bizim yitik malımızdı zaten. Ama geçmişe özlem adına motamot geçmiş aranmamalı. İstifade edilerek bugünün dünyasının sağladığı konforla harmanlamalı.
Sıcak temas, belli bir gaye ile bir araya gelen, birbirini ismen tanıyan ya da işini ve memleketini bilen insan etkileşimini kast etmiyoruz. Sıcak ve duygusal temas; bireylerin birbirlerini her yönüyle tanıyacağı, derdiyle dertleneceği, düğününe gitmek zorunda hissedeceği, kefilsiz para verebileceği, ailecek birbirlerinin evine gittikleri, hatta çocuklarının evlilik bağı ile bu bağı güçlendirecekleri sıcak ve duygusal ilişkiyi kastediyoruz.
İnsanın ve insanlığın çağımızda en çok aradığı etkileşimdir sosyalleşme ve en çok muzdarip olduğu husustur yalnızlık. Çeşitli ruhsal hastalıklara zemin hazırlayan çağımızın yalnızlığı aynı zamanda bu hayatın yükünü bir başına kaldırma gibi katlanılamaz ve saldırganlaştıran, korumacı refleksler geliştiren bir insan prototipi oluşturmuştur. Sürekli kişiye çok güçlü olma ve bir başına mücadele etme telkininde bulunuyor. Bu çok yorucu, çok yıpratıcı ve bir başına başarılı olunmayacak bir yoldur. Ve tökezlemek kaçınılmazdır. Tökezlerken de ya kendine ya da başkasına zarar vererek güç devşirmeye çalışır aklınca insan. Oysa insan bir başına bu hayatın yükünün altından kalkacak nitelikte ve donanımda yaratılmamıştır.
Herkesin gittiği ama orada da yalnız olduğu, maça, tiyatroya, konsere, pikniğe gitmek sosyalleşmek ve yalnızlıktan kurtulmak değildir ve sıcak ilişki(temas) aracı da değildir. Yalancı ve kısa tatminler yaşatmaktan başka bir işe yaramaz bu sosyal sandığımız aktiviteler.
Belki mahallelisiyle, arkadaşlarıyla, akrabalarla, giderse buralara, sıcak bir zemin yakalamış olur ve sahici bir sosyalleşmeyi tatmış olur. Ruh o zaman tatmin olur. Güven ve mutluluk kazandırır. Dayanışma ve yardımlaşma ruhunu harekete geçirir. Doğal sosyal güvence şemsiyesi edinir. İnce ruhluluk buralarda ancak beslenir. “Bencillik” kötü bir karakter olma kimliğine tekrar kavuşur. Kendini önceleyen ama aslında kendine de bir faydası olmayan “yalnız savaşçı” kimliğinden kurtulur. Gemisini kurtaran ve okyanusta bir başına dalgalarla boğuşan kaptan rolünün getirdiği karanlık sularda yüzmenin yarattığı korkuları bertaraf eder.
Belki bir zihin mülahazasıdır söylediklerim. Ama karanlığın çöktüğü muhakkaktır. Bir şeyler yapmalı. Müslüman dünya, çok üretim-tüketim paradigması üzerinden insanı bir başına koşuşturan Batı medeniyetine bir alternatif geliştirmeli. Emekler ve emeller burada yoğunlaşmalı. Bir çare bulmalıyız. Elli yıllık stratejiler planlamalıyız. Uçurumun kenarından da olsa kolundan tutup yakalama gayret ve ümidimizi asla yitirmemeliyiz.
Modern dünyanın “dörtdörtlük zindanı” ya mezarı olacak ya da Müslüman dünya bir çıkış yolu yakalayacaktır. Ya tarihin sonundayız ya da yeni bir ufkun başında.
Mehmet Gülsever