Mustafa Sungur Ağabey de hakka yürüdü, yürüyüp gidenlerin de peşi sıra o da gitti. Her birimizin teker teker gideceği yere, ebedi âleme. Hiç kimsenin gitmekten geri duramayacağı hakka, hakikatler yurduna gitti. Allah’tan kendisine afvu mağfiret diliyor, ailesi ve yakınları başta olmak üzere dostlarına, sevenlerine sabrı cemil diliyorum.
1946’da 16 yaşında iken risalelerle tanışan merhum Mustafa Sungur Ağabey, “risaleleri okumaya başlayınca bende köy enstitüsünden kalan inkâr tortularının bir bir yıkandığını hissettim” diyerek risale metinleri vesilesiyle kendisinde meydana gelen akli, fikri değişimden söz eder. Neticede Allah doğruyu nasip etti.
Genç muallim, uzun sayılabilecek bir mektubu Üstada yazıp gönderir. Bu mektubunda içinden çıktığı karanlık dünyaya ait hikayesini anlatıp hidayete giden yolda kendi elinden tutan sebep ve saikleri saydıktan sonra “Nur-u iman yolundaki biçareliğimde haddim olmadan maddiyata tapan o biçarelere sanki şöyle diyesim geliyor ve diyorum.” (O bu mektubunu gönderdiği zaman 16-17 yaşlarında daha gencecik bir çocuktur...)
“Ey gaflet içinde yutturulan zehirlerle uyuşmuş, sersemleşmiş, körleşmiş, sağırlaşmış ve geçici zevklerle coşup insanlıktan milyonlar derece aşağı düşüp, elemler ve ızdıraplar içinde çırpınan bedbahtlar! Gelin siz ve ben bütün bu havai şeylerden, bu hayvani arzulardan elimizi ve gönlümüzü çekelim. Ateş kaynayan sahrada kuruyan boğazımıza bir avuç su ihtiyacı gibi şu asırda esbap ve tabiat zehirleriyle uyuşan ve kuruyan ve ölüme yüz tutan kalbimiz bir nur-u iman istiyor, bir ab-ı hayat bekliyor. Gelin bütün zamanları ve içindekileri ebedi terk ile Hakaik-i Kur’an-iyenin önünde diz çökelim ve o hakaikin gösterdiği ebedi saadet yoluna dönelim. Evvelce yürüdüğümüz şekavet ve helaket yolunun kirlerinden ve çirkef küfür ve delaletten arınmak, temizlenmek için nur denizine dalalım ve bu günün ve bu asrın rehber-i saadeti olan ve bu asırda saadeti ebediyenin en birinci vesilesi olan Nur medresesine, Risale-i Nur derslerine koşalım. Saatlerce, günlerce, yıllarca alkışlayıp durduğumuz o yalancı sefillerden ve onların hakikat diye gösterdikleri hayal peşinden, o felaket yolundan ayrılalım, vazgeçelim. Zulmetten nura dönelim. Otuz seneden beri yalnız rıza-i ilahi için kimseden minnet ve alkış istemeden, aklın ve havsalanın kabul etmeyeceği, beşer vücudunun tahammül edemeyeceği caniyane zulümlere göğüs geren Bediüzzaman Said-i Nursi Efendimizin önüne gelelim...”
Aktardığımız, uzun bir mektubun kısa bir parçasıdır. Şahsen Üstada ve cemaatine (ki o dönemde sisteme kafa tutan tek İslami cemaattir) koşan gençler arasında hayat ve hizmetlerini okuduklarım arasında beni en fazla etkileyenlerden biri Sungur Ağabeydir. Onun cemaatle tanışırken ki hayatında kendimden ve yakın tanıdıklarımdan birçok şey bulabiliyorum.
Gençlikteki arayış telaşı, buluş heyecanı, tanışırken ki duyguları, görüşme arzu ve aşkı, dava saflarına kabul ve dâhil... Ve sonra Allah yolunda dünyayı ve içindekilerini terk ederek davanın sımsıcak kucağına sığınma... Muallim Mustafa bunları iliklerine kadar yaşamış biridir.
Hepimiz biliyoruz ki gençlerin İslam’a davet tarihindeki yer ve konumları müstesnadır. Fakat bu, uğurda serden geçenler içindir. Muallim Mustafa da davası uğruna evini, ailesini çocuklarını bırakır, hapislere girer, çıkar, tekrar girer, tekrar çıkar...
O gün ve o dönem için söylüyorum gençlerin üstatla, davayla tanışma ve hizmetin içine girme safhalarına baktığınızda müthiş bir aşk, heyecan, enerji, bağlılık ve gözü peklik görürsünüz. Gençlerdeki sıcaklıkla dava sıcaklığı iç içe girdiğinde böyle olur. Bazen Üstad’ın bir dersi, bazen bir sohbeti, bazen Üstad’dan bir bahis ya da elde ettikleri bir risale onların uyanış ve intibalarına kâfi bir sebep olur. Birden inkılâplar yaşarlar... İşte Sungur Ağabey bu gençlerden en birincisiydi o zaman.
1950 yılında vakf-ı hayat eder. 1954 yılından itibaren Üstad’ın vefatına kadar Zübeyr, Ceylan, Mahir, Bayram’la beraber üstadın emrinde davanın ve cemaatin en önündekilerdendir. Üstad’ın vefatından sonra da davasında sebat edip bütün sıkıntılara rağmen istikameti bozmayan kafilenin önündekilerdendir. Risale-i nur’a muvaffakiyeti diğer talebelere göre çok daha derinlikli ve çok daha hakimanedir. 1990’lardan sonra Rusya ve Türkî cumhuriyetlere yönelik çalışmaya ağırlık verdi ve o alandaki hizmetleri bir hayli ilerletti.
Daha çok şeyler de yazılabilir fakat burası yeri ve zamanı değildir. Şu kadarını diyebilirim ki, o alabildiği anlayabildiği ve görebildiği kadarıyla Üstad’ı taklit ve risale-i nurlara hizmete vakfetti kendini. Şu örnekle bitirelim:
Onun dairesinde bulunan bir arkadaşım anlatmıştı bana: bir gün sohbet esnasında dinleyicilerden birisi “Ağabey! Şimdilerde Hizbullah ismiyle bir cemaat ortaya çıkmış ve Üstadı sahipleniyorlar. Ne diyorsunuz? diye sormuş. Buna karşı o da, “Risale-i Nur’u okuyorlar mı?” “Evet, okuyorlar” cevabı üzerine, “O zaman tamam mesele yok...” şeklinde cevap vermiş.
Allah’a emanet olunuz...