Gazeteci Fatih Vural'ın, Mücahit Bilici ile gerçekleştirdiği röportajı istifadenize sunuyoruz:
"Mücahit Bilici, Taraf gazetesindeki yazılarıyla, AK Parti-Hizmet Hareketi arasında yaşanan gerilimde, en rasyonel eleştirileri ve analizleri geliştiren isimlerden. Nurcu ve Kürt kimliğiyle İslami dünyanın önde gelen entelektüellerinden biri olan Bilici, 2008’den beri ABD’de, City University of New York, John Jay College’da sosyoloji dersleri veriyor.
17 Aralık sonrası, hem AK Parti’ye, hem de Hizmet Hareketi’ne oldukça rasyonel eleştiriler getiriyorsunuz. Durduğunuz yer, size nasıl bir gözlem olanağı veriyor?
Önce neden burada durmak gerektiğini anlatayım… Şu anda Türkiye’de müthiş bir kamplaşma var. Bunun maliyetini en ağır ödeyen kesimlerden birisi de entelektüeller… Herkes kendini ‘kurşun asker’ olmak zorunda hissediyor. Fırtınaya karşı direnemiyor.
Direnememek, bir mensubiyetten mi kaynaklanıyor?
Bu tür fırtınalı bir ortamda bağımsız durmak, enayilik aslında! Çok sert esen bir rüzgârda, bir yere tabi olmak, sizi müthiş rahatlatır. Çünkü argümanlarınızı kendiniz geliştirmez, kolektif aklın argümanlarını dile getirirsiniz.
AK Parti, Türkiye’de, ‘entelektüel göçük’e yol açtı. Nitelikli ya da nitelikli olduğunu sandığımız insanlar, AK Parti’de bürokrat ve siyasetçi oldular. İbrahim Kalın’ından Yasin Aktay’ına kadar örnekler var… Ortada bir iktidar var ve buna düşman olmadan, muhalefet etme gerekliliği bir zaruret. Bu ihtiyaç görmezden geliniyor.
Entelektüelliğin içeriği?
Elbette ‘entelektüel’ kavramı da sorunlu hale geldi. Yusuf Kaplan’a entelektüel demek, bir şakadır mesela! İngilizce kökenli kelimeleri çıkarın, yazı diye bir şey kalmaz. Dücane Cündioğlu gibi entelektüel derinliği olan bir adam bile Çamlıca’ya cami söz konusu olduğunda bir şey söylemeye çalıştı; ama öteye geçemedi.
‘Estetik’ bir muhalefet yapıyor…
O kadar estetize etti ki muhalefet olmaktan çıktı! Dindar entelektüeller içinde, düşmanlık değil; ama muhalefet edebilen insan lazımdı. Şu anda partizanlar hep kör! Yarın, öbür gün, “Geri adım atalım” dense, bu geri adımın nasıl atılacağına dair üzerinde hemfikir olunabilecek insan kalmadı!
“Entelektüel emek” iddiasındaki herkes için asıl meydan okuma, “Kendi iktidarımıza karşı durabiliyor muyuz?”dur. Başkasının iktidarına karşı durmak kolaydır. Benim Nurculuk’tan, Kürtlük’ten, sosyolojiden ve hayattan beslenen taraflarım zaten buna müsaade etmiyor.
Tam bunu soracaktım… Nurculuk ve Kürtlük kimliği üzerinde yükselen bir ‘ortada’lık, sizinkisi. Ama ikisi, sosyolojik anlamda, birbirine pek değmiyor…
Bir ölçüde doğru, iki taraf için de alışıldık bir profil değil.
Zor bir var oluş…
Evet, Kürtlüğe dönüşmüş herhangi bir ifade tarzında, dindarlık daha yeni yeni belirginleşiyor. Öcalan’ın fetvasıyla yeni yeni dinle barışılıyor! PKK dışında duran dindar-Kürt oluşumlar henüz bir entelektüel kıvama ulaşamadı. Nurcular’ın Kürtler’e bakış açısı da, devletçi anlayışın ötesine geçemedi.
17 Aralık sürecinde, Türkiye’deki İslami grupların ne kadar heterojen olduğunu fark ettik. Nurcular için de aynısı söz konusu. Peki, Nurcular bu süreçte nasıl bölündü; devletle nasıl eklemlendi? Bu, Nurcular’ın yeni sınavı mı?
Bugüne kadar, ortak düşmana karşı olmanın getirdiği bir benzeşme vardı. Farklar, görülemiyordu. Cemaat-hükümet çatışması, dindarların dünyasındaki farklılığı açığa çıkardı. Nurculuk da aslında çok parçalıdır.
Nurculuk’un devletle ilişkisi, daha ziyade devletin demokratikleşmesi ve ‘zarar vermemesi’ şeklindedir. Amaç, iman hizmetidir, insanların inanmasını sağlamaktır. Bu aslında İslami bir hareketten ziyade, imanî bir harekettir. İslami bir hareketten daha evrenseldir. Kabuğa değil, öze ilişkindir.
Bu anlamda, Gülen Cemaati, Nurcu perspektif içinde mi yer alıyor?
Gülen Cemaati, hem imanî bir harekettir –bu yönüyle kesinlikle Nurcu’dur-, hem de çok güçlü bir iktidar analizine sahiptir. ‘Devleti dönüştürme, devlette etkili olma’ gibi, Tayyip Erdoğan’ın bugünkü sözlerinin bir kısmı Cemaat’te de var. Bu, tipik sağ-muhafazakâr düşünce dünyasının izlekleridir.
Ben, klasik Nurculuk formlarına ‘Ortodoks Nurculuk’ diyorum; zira tek kaynak Risale-i Nur’dur. Gülen Hareketi’nde ana kaynak Hocaefendi’dir, Risale-i Nur belki ikinci kaynaktır. Bu anlamda ciddi bir farklılık var.
Ortodoks Nurcular’ın bugünkü hükümetle ilişkisi nasıl kuruldu?
Devlet, cemaatleri tolere eder. Yani dövebileceği, kontrol edebileceği ölçüde büyümelerinden rahatsız olmaz. Gülen Cemaati, çok büyük, çok güçlü ve etkili bir cemaatti. AK Parti, daha önce de bu durumdan rahatsız idi. Yaşadığımız dönem itibariyle, Erdoğan, diğer Nurcular’ı, Gülen Cemaati’ne karşı, Ahmet Akgündüz, Sait Yüce gibi isimlerin aracılığıyla organize etti. Yaşlı-başlı, mübarek insanlar, politik cepheye götürülüp harcandılar! Siyasete alet edildiler. Devletin Nurculuk’a bu ilgisi, sevgisinden falan kaynaklanmıyor. Gülen Cemaati’yle mücadelede bir silah yapılmak üzere ilgi gösteriliyor.
Devlet, Nurcuları tahakküm altına alırken, Risale-i Nurların basımında da aynı politikayı uyguluyor…
Risale-i Nur’u devlet kontrolü altına almakla istenen şey, Cemaat’in basım yayın inisiyatifini kırmak. Hükümetle birlikte hizaya giren ya da hemfikir olanlar açısından, bu bir sorun değil. Çünkü izin sıkıntısı yaşayacaklarını düşünmüyorlar.
Garanti mi aldılar?
Olabilir! Devlet dediğin şey, kimseye yar olmaz! Yarın, öbür gün AK Parti gider, başka parti gelir. O zaman size verilen izin kesilirse, pişman olacaksınız.
Fikren Risale-i Nur’u az buçuk anlayan bir insan olarak söylüyorum… Sadeleştirme de yanlış bir şeydir. Sadeleştirme yapabilirsin; ama onun üzerine kitabın ismini birebir koymaman gerekir. Cemaat bu konuda kibirli davrandı, bunu net söylemeliyim. Diğer Nurcular, Cemaat’e “Bunu yapmayın” diye çok yalvardı. Hiçbir şey olmasa, “Bu kadar kişi yalvarıyor, onları üzmeyelim” diye yapılmaması gerekirdi.
Risale-i Nurlar bir iman hizmetine aracılık ediyor. Dilin, günümüze uyarlanması sayesinde, daha fazla insana ulaşabilmesi de o hizmeti genişletmez mi?
“Bu roman çok güzel; ama ilkokul çocuklarına da okutmak istediğimiz için kelimelerini değiştirdik” diye, o romanın yazarına anlatırsanız, dişlerini gıcırdatır. Çünkü o artık kendi eseri değildir!
Basın-yayın özgürlüğü açısından buna hakkınız var. Bediüzzaman’ın da şerhe izni var. Örneğin, “Mücahit Bilici’nin Lem’alar’dan Anladığı” diye bir kitap yazsam, sorun yok. Ama kitabın gerçek isminin büyük harflerle yazılarak o sadeleştirmenin sunulması, metne saygısızlıktır. Bu, tercüme edenlerin algılamasıdır. Ve tercüme edenlerin algılaması çok sınırlı.
Risale-i Nur, Nurcular için kutsal nitelikte bir eser statüsündedir. Ben de buna inanıyorum. Sadeleştirme yanlıştır. Ama neticede bu yanlış bir içtihattır. Ayıplayabiliriz; ama yasaklamak yanlış.
Cemaat’e karşı, hükümetin yanında pozisyon alan Nurcular’da, bu sadeleştirmenin mi etkisi var?
Bence ana faktör bu. Yoksa hükümet, bazı Nurcular’ı, bu kadar ucuz seviyede militan olmaya ikna edemezdi! Bir de Cemaat’in iktidar kibri de bu kadar çok düşman biriktirmesine yol açmıştır. Nihayetinde Gülen Cemaati, Risale-i Nur kökenlidir, oradan beslenir ve her Nurcu bunu bilir.
Sizce vadedilen başka neler var?
Hükümet, sadece Nurcular’a değil, bütün diğer dindar gruplara da, Cemaat’i tasfiye ederek boşaltacağı alanı taksim etmek istiyor görünüyor. Kimine radyo, kimine televizyon, kimine üniversite, kimine vakıf, kimine öğrenci yurdu, kimine dershane… Tıpkı, Ermeniler katledilirken, Müslümanlar’ın, “Bu yapılan zulümdür” demeyip, onların boşalttığı evlere yerleşip bir zulme ortak olması gibi…
Said Nursi’nin de “1. Said dönemi” diye adlandırdığı zarfta, 2. Abdülhamid’le karşı karşıya geldiğini de biliyoruz. “1. Said dönemi” ile bugün kıyaslanabilir mi?
Aslında bir benzerlik var; ama birisi iniş, birisi çıkış! Biri, İmparatorluğun çözülürken ki otoriterlik ihtiyacı; biri de imparatorluk özlemi içinde yükselirken ki otoriterlik ihtiyacı! Tayyip Erdoğan’daki otoriterliğin tamamı kişisel değil. Bir bölümü de yapısal.
Ümmetçilikten mi bahsediyoruz?
Hayır, Putin’i doğuran şartlar, aynı zamanda Erdoğan’ı da doğuruyor. Kendi ekonomik akışını disiplin içinde tutarak götürme çabası, dış güçlerin müdahalesine açık olduğu için, bu kırılganlığı aşmak adına otoriterliği davet eden bir durum var.
Diğer yandan, dindarlar, birikmiş bütün o romantik idealleri, ‘Osmanlı, ecdat vs.’ vadeden birisini görüyorlar. Altı boş; ama yüzeyde bir karşılığı var. Dolayısıyla, dindarlar, bir Abdülhamid figürüne teslim oldu. Bediüzzaman’ın Münazarat’ta anlattığı anlamda, demokratik bir kıvama gelmektense, kişisel ve otoriter bir yönetime fit oldular.
Erdoğan’a getirilen otoriterlik eleştirisini, Said Nursi de Sultan Abdülhamid’e mi getiriyordu?
Bir anlamda, evet: Şahsa dayalı bir yönetim biçimi. Şu anda, eski yasalar geçerliliğini kaybetmiş, yeni yasalar oluşmamış. Bu geçiş döneminde, iktidar istediği gibi hareket edebiliyor.
Bediüzzaman’ın da vurguladığı gibi, bir şahıs etrafında rejim inşa etmek büyük bir yanlış. Ama şu anda bir devrim duygusu var. ‘Yeni Türkiye’, ‘kurucu devlet’ söylemi de bunu gösteriyor.
Devrimde yasa yoktur. Sadece irade tasarrufta bulunur. Bu anlamda, Türkiye’nin demokratik birikimi tamamıyla bir kenara itilmiş durumda. Dindarlar, iktidarı epey görgüsüzce kullanıyor. Cemaat söz konusu olduğunda, hukukun tamamen rafa kalktığını görüyoruz şu anda: Banka batırmak, yurtdışındaki okulların kapatılması… Cemaat’in siyasete bir dahli vardı ve bedelini ödemesi kaçınılmazdı. Ama bu bedel, yok edilme olamaz.
Mir Dengir Fırat, yaptığımız röportajda, “O kadroları, üçlü kararnameyle atayan bizdik” dedi. Bu noktada, Cemaat’i ‘işgalci’ gibi lanse etmek, haksızlık değil mi?
Bahsettiğiniz haliyle haksızlık; ancak Cemaat’in bazı siyasi tasarrufları var. Cemaat, “Hadi sorumluluk al” denilen birçok durumda, devekuşu gibi “Hayır alamam, ben sadece dini alanda hizmet ediyorum” dedi. “Madem o zaman, niye buradasın” denildiğinde de, “Buna hakkım var” dedi.
Bu yolsuzluk soruşturmaları, tamamen yasal. Ama bir iradeye ve tasarrufa ihtiyaç duyan şeyler. Cemaat’in polisiye tarafını kimse inkâr edemez.
İktidarın abartılı ifadelerini dikkate almıyorum. Hele hele “Cemaat devlete ihanet ediyor. Bunlar dış güçlere çalışıyor” gibi sözler de, tamamen bir propaganda mahsulü. Zerre kadar saygıyı hak etmiyor. Fakat Cemaat’in siyasi bir iradesi yok mudur? Vardır. Bugüne kadar hükümetle gitmiş midir? Evet.
Ben, siyasi vizyon itibariyle, Cemaat’in, hükümetten daha ileri görüşlü olduğuna inanıyorum. Mavi Marmara, dinler arası diyalog gibi konularda Cemaat, hükümetin en az 15 yıl önünde gidiyor. 5 yıl sonra hükümet bunların hepsini taklit edecektir. Buna inanın!
Cemaat’in samimi bir şekilde hizmet için bir davası var. Ama kendi davası dışındaki hiçbir şeye, hakiki bir saygı gösteremedi.
Örneğin?
Diğer cemaatlere, gruplara, mesela, Yeni Asya’ya bile, hiçbir zaman saygı göstermedi.
Mesafeli mi davrandı?
Sadece mesafe değil, yeri geldiğinde başkalarını itip kaktı. Bu bir kibirdi.
Son yazılarınızdan birisinde, İslamcılık’ın baştan sona dünyevi olduğunu ve hakikatte Müslüman bencilliği anlamına geldiğini belirttiniz...
İslamcılık, sadece iktidarda iken değil, muhalefette iken de dünyeviydi.
Nasıl?
Hz. Ali savaş sırasında bir kâfiri yere yıkıp, tam canını alacakken; o adam, Hz. Ali’nin yüzüne tükürüyor. Hz. Ali duraklıyor ve vazgeçiyor. “Ne duruyorsun” diye soran adama, “Ben seni Allah rızası için öldürecektim. Sen yüzüme tükürdün. Şimdi nefsimin hissesi karıştı. Onun için sana dokunmuyorum” diyor. Adam bu tavrı görünce, Müslüman oluyor. Orada Hz. Ali aslında kâfirin küfrünü öldürüyor. Çünkü bizzat düşman olan, o küfür! Bugün Hz. Ali’nin yerine bir İslamcıyı koysak, acaba ne yapardı?
Müslüman’ın menfaatiyle, İslam’ın ilkeleri, zahiren örtüşse de aslında ayrıdır. İslam’ın amacı, insanlar üzerinde hâkimiyet kurmak değil, kendi hakikatini vicdanlarda hâkim kılabilmenin önündeki engelleri kaldırmaktır. İslamcılık’ın derdi ise Müslümanların dünyevi alanda başarılı olmasıdır. İslamcılar, Müslümanlar’ın imparatorluk olmasını istiyor.
Mümkün mü?
19. yüzyıldan daha zor; ama teorik olarak mümkün.
Erdoğan da buna mı inandı?
Erdoğan, Abdülhamidvâri bir iktidara, ‘İslam âlemi, hilafet vs. c inanmış görünüyor. Öbür yandan, etrafındakiler de İttihatçı bir anlayışla hareket ediyor. Şu anda, Müslümanların uyanış dönemindeyiz! Bu uyanış sırasında bir uluslaşma var. Bu uluslaşmadan politik bir rant elde eden, iktidarını buna bina eden oluşumlar var. AK Parti, politik ve pragmatik anlamda buna tekabül ediyor. Artık Türklük miadını doldurdu. Önümüzdeki süreçte belirleyici unsur, Türklük olmayacak.
Müslümanlık mı olacak?
Evet. İlginçtir... Cemaat, dindar ve samimi bir Türklüğü temsil ediyor. Hükümet ise yüzeysel hatta kof bir Müslümanlığı temsil ediyor. Cemaat dindarlık noktasında, hükümetten daha Müslüman! Kimliksel olarak ise Cemaat, eski devletin, Türklüğün ve Türk milliyetçiliğinin etkisinde olduğu için bu kimliği muhafaza etmek istiyor. Hükümet ise hem dış piyasa, Arap sokağı, hem içeride Kürtler’i eşitlik içine alabilmek için Müslümanlık kimliği üzerinden gidiyor. Bu ikisinin karşılaşması, trajik bir durum.
Cemaat’in Türk milliyetçiliğinden artık çıkması gerekiyor. İslamcılığın şiarı olan Müslümancılıkta da durmamalı. Evrensel olmalı. Çünkü bu, imanın gereğidir. Bediüzzaman gibi İslamiyet de bütün insanlara hitap etmiştir. İslamcılık ise sadece Müslümanlar’a hitap eder.
Cemaat, evrenselliğe, Kürt sorununa bakışını değiştirerek mi sıçramalı?
Cemaat, evrensel bakışını, Kürt sorununa taşıyamadı. Tamamen bir Türk milliyetçisi gibi kaldı. Türklüğün muhafaza edilmesi, PKK’nin sadece terörist olarak görülüp, yok edilmesi gerektiğinin düşünülmesi, hem dar hem de polisiye bir görüş. Bu kadar muazzam bir hareketin, Kürt sorununda bu kadar dar bir perspektife takılıp kalması trajik.
Yazılarınızın birinde, çok önemli bir soru sordunuz: “Nurculuk ve siyasal İslam neden karşı karşıya geldi?“ Sonra da neden olarak Nurculuk’un dönüştürücü yanına vurgu yaptınız. Marksist teoride praxis’e tekabül eden bu yanıyla, Nurculuk daha mı devrimci?
Kesinlikle! Asıl devrimi yapan Nurculuk’tur, gürültüyü yapan İslamcılık’tır.
Bunu açar mısınız?
İslamcılık ağırlıklı olarak entelektüel bir hareket olarak doğmuştur. Ali Bulaç’ı ve İsmet Özel’i, bir de Fethullah Gülen’i örnek alalım… Kim tarih yapmış? Fethullah Gülen olmasın, Mustafa Sungur olsun… Etki itibariyle, toplumu dönüştürme itibariyle baktığınızda biri devrimcilik, biri kokteyl muhabbeti seviyesinde kalıyor.
Siyasal İslam’dan bir devrim çıkmaz mı?
Tek başına çıkmaz!
‘Devrimci’ diye bildiğimiz siyasal İslamcıların, Tayyip Erdoğan ve AK Parti’yle eklemlenmesini nasıl yorumluyorsunuz?
İslamcılık çok radikal bir pozisyondu. Milli Görüş dâhil, popülist hareketlerin peşinde koşmazdı. Ama şimdi devlete sahip olma imkânı çıkınca, çok ucuza gittiler! Entel görünen İslamcılar’ın birçoğu, şimdi tetikçi olmakta bir beis görmüyor. Yeter ki maaşlar iyi olsun.
Öyleyse Erdoğan, devrimci siyasal İslamcıların bitişine öncülük ediyor?
Türkiye’de o radikalizmin bitişini yaşıyoruz. Yüzde 20’si için başarıysa, yüzde 80’i için bu bir bitiştir.
Onların boşluğunu ne dolduracak?
O boşluğu, samimi dindarlar ve ‘dindar laiklik’ isteyenler dolduracak. Şu anda, din ve dindarlık ihtiyacının sağanağı altındayız. Yarın öbür gün dindarlıkta doyuma ulaşacağımız gibi, dindarlar arası çatışmaların yönetilmesinde yeni ilkelere ihtiyaç duyulacak ve gerçek anlamda ilk kez laik olacağız!
Ruşen Çakır ise Birikim’deki röportajında, “Erdoğan sonrası dönemde, radikal İslam’a mutlaka yer açılacak” diyor.
İslamcılığın içinin boş olduğunun ortaya çıkmasıyla birlikte bir kısım insan mayışacak, dünyevileşecek. Bir kısmı ise otantik olana dönüş gerekçesiyle radikal bir çizgiye eğilim gösterecek. AK Parti bir geçiş kanalı gibidir. İki duvar da tahkim edildiği için, insanlar bu kanaldan geçmek zorunda. Bu duvarlar kalktığında dengeler farklılaşacak.
Bir kehanetiniz var mı?
Yok; ama böyle, uzun süre gitmez. Tayyip Erdoğan bir siyaset ustası olduğu için, gücünü genişlettiği ölçüde insanlara yeni imkânlar üretiyor. Büyüyen bir balonun içinde sağa, sola koşan insanlar düşünün... Ama bu balonun şişemeyeceği bir nokta var. Orada sıkışma olacak. Bir kişi, bu kadar şeyi taşıyamayacak ve balon patlayacak.
İdeolojik olarak da rahatsız olan çok insan var. Bu rahatsızlık, ekonomiyle, medya imparatorluğu ve propaganda gücüyle örtülüyor. İleriye baktığınız zaman, şu anki hâl, utanılacak bir hâl. (Bugün)