İnsan; iman ile inkâr arasında yaratılmış ve Allah’a karşı dahi muhalif olma kabiliyetine sahip bir canlıdır. Allah’a karşı inkâr hakkını elinde bulunduran insanoğlu, haliyle birbirlerine karşı da muhalefet edeceklerdir. Nitekim İslam tarihi boyunca muhalefet hareketleri, hep olagelmiştir.
Tabi muhalefet etmenin belli kriterleri veya daha doğru bir tespitle sınırlarının olması gerekir. Bütün dünya rejimleri, kendini muhaliflerine karşı koruma refleksi göstermektedirler. Muhalefetin sınırlarını aşanlara, demokrasiler dâhil hiçbir sistem buyur başa geç dememiştir.
Hatta demokrasi bu açıdan tanımı ile büyük bir çelişki içindedir. Asıl amacı demokrasiyi kökten kaldırmak olan bir partiye; % 3 oy aldığında bir sorun teşkil etmese de, iktidar olabilecek çoğunluğu yakaladığında, kendi tanımındaki halkın kendini yönetmesi ilkesi çiğnenerek engel olunabilmektedir. Bu tür durumlarda demokrasilerin, gayri demokratik yöntemlerle savunma refleksine girdiğini görüyoruz.
Görüldüğü üzere buradaki üst yapı demokrasidir. Bu yapının altında bulunan bütün alt düşünceler, üst yapıya zarar vermeksizin varlıklarını devam ettirebilirler.
Giriş bölümünde, İslam’da muhalefetin bir vakıa olduğundan bahsetmiştik. Ancak buradaki üst yapı Kur’an’dır. İslami devlette, muhalifler sisteme veya üst yapıya zarar vermeksizin muhalefet etmelidirler.
Esas olan; muhalefet edeceğim derken, kırıp dökmemek, asli mecradan uzaklaşmamaktır. Yani vasat olmaktır. “Kaş yapayım derken göz çıkarmanın” hiç kimseye faydası olmayacaktır.
Belki de şöyle bir tespitte bulunmak gerekir: Parti, zümre, grup, cemaat vb. bir yapının, kendisinin zararına dahi olsa, ümmetin faydasını gördüğü takdirde, kendi haklarından feragat ederek, daha iyi yapana veya ehil olana yol hakkı tanıması icap ediyor.
Bu söylediklerimiz, İslam’ın hâkim olmadığı, dolayısıyla dinin hayata hâkim kılınması için uğraş verenler açısından, daha bir anlamlıdır. Eğer yapılacak muhalefet, gayri İslami yapıların hanesine kâr olarak yazılacaksa, o zaman iki, hatta üç kere düşünmek lazım.
İslami cemaat veya partiler hakkında olumsuz düşünmekten veya menfi söylemlerde bulunmaktan Allah’a sığınmak gerek. Bununla birlikte son zamanlarda iktidara muhalefet edeceğim diyerekten, vesayetçi zihniyete yol açacak pratiklere girmek, vebal gerektiren bir durumdur.
Kocasının yediği iddia edilen domuz etinin kemiklerini, uluorta yayımlamaktan çekinmeyenleri, allayıp-pulladıktan sonra sevimli hale getirerek, ekranlarda parlatmanın gerekçesi olarak; haber yapıyorum ya da ifade özgürlüğüne saygım var şeklindeki süslü söylemlerin arkasına sığınılaraktan icraat yapmak, herhalde yukarıda bahsedilen sınırların zorlanması şeklindeki bir muhalefettir.
Özgürlükçü takılanların aslında o kadar hoşgörülü olmadıklarına çok sık şahitlik etmekteyiz. Örneğin; iptal edilen İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimini, biraz da Saadet Partisi’nin katkıları ile kazanan Ekrem İmamoğlu’nun ilk icraatlarından biri, 37 yıldır her Ramazan ayında yapılan Dini Yayınlar Fuarı’nın engellenmesi olmuş.
İstanbul’da gelenek haline gelen ve yazar, yayınevleri ile halkın buluşmasına vesile olan Beyazıt Meydanı’nda bu anlamlı fuara, İmamoğlu tarafından yer tahsis edilmemiş. İcraatlarına bu şekilde başlayanın, beş yıllık uygulamalarını az buçuk tahmin edebilirsiniz.
Binali Yıldırım ile Ekrem İmamoğlu arasındaki fark 13.800’e kadar indi. Saadet Partisi adayının aldığı oy sayısı ise 103.300’dür. Bu rakamlara bakıp, İstanbul gibi bir metropole, dini olduğu için bir fuara yer tahsis etmeyenin başkan olmasını temin etmek, vebal değil de nedir Allah aşkına?
Muhalif olalım olmasına da, muhalefetimizden kârlı çıkan Müslümanlar olsun.