Mültecilerle ilgili “nefret söylemi” artık üst perdeden kolaylıkla dile getirilebiliyor.
Hem milliyetçi söylemin yükselişi hem de ülkedeki ekonomik sıkıntılar siyasi alanda muhalefetin de “mülteci karşıtlığı”ndan prim elde etmek istemesine neden oluyor.
Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan, mültecilerin şehri terk etmesi için kentte yaşayan yabancı uyrukluların su faturası ve katı atık vergisine 10 kat zam yapacağını açıkladı geçen günlerde.
“Siyasetçiler verdikleri vaatlerin arkasında durmuyor” söylemi Tanju Özcan ile çöktü. Çünkü mülteciler konusunda verdiği sözleri yerine getiriyor. Önce belediyeden yapılan yardımları kesti, sonra yabancıların işyeri açmasına zorluklar çıkarmaya başladı.
Bolu Belediye başkanının daha önce evinde bir sene “sigortasız” olarak bir yabancıyı çalıştırdığı iddiaları ne kadar gerçek bilinmez; ama gerçekse bunu da “ikiyüzlülük” olarak değil de “mültecileri daha fazla ezme” olarak değerlendirmek mümkün.
Her toplum içinde kötü niyetliler bulunabilir ve bunlar niyetlerini fiiliyata geçirdiklerinde kimliklerine bakılmadan yaptıklarının karşılığını görmeliler ki, bu adaletin gereğidir. Ancak ailesinin birçok ferdini kaybetmiş, evi, işi elinden gitmiş kimi mazlumların insani yaşam alanı oluşturma gayretleri de maalesef faşist zihniyetin oluşturduğu bariyerlere çarpabilmekte ve o mazlumlar mağduriyet üstüne mağduriyetler yaşayabilmektedir.
Maalesef uzun bir süredir coğrafyamızda etnik kimlik, mezhep ve din, zulme uğrama, baskı görme sebebi haline gelmiştir. Bu da bazen zorunlu göçlere neden olmaktadır.
Göç edilen yerlerde ise ucuz iş gücü olarak kullanılma, dışlanma, horlanma, aşağılanma ile karşı karşıya kalınıyor.
Peki, tüm sıkıntı ve düşmanlıklara karşı neden insanlar memleketlerini bırakıp göç etmek istiyor?
Hayır, mesele sadece Ortadoğu ve Afrika’daki işgaller ve iç savaşlarla izah edilemez!
Konteynırlarda nefessiz kalan, her gün batan çürük teknelerde Akdeniz’de boğulan insanlar sadece savaşlardan kaçmıyor.
Komünist Sovyetler rejimi tarafından Afganistan işgal edildiğinde 5 milyona yakın Afganlı Pakistan’a, 3 milyona yakını da İran’a göç etmişti. Uzun yıllar kalmalarına rağmen işgalin bitmesiyle bunların önemli bir kısmı geri dönmüştü. Kenan Evren’in Pakistan’daki mülteci kamplarından “seçerek” aldığı birkaç bin Özbek, Türkiye’ye yerleşmiş, kendilerine arazi ve iş verilmişti.
Saddam’ın kimyasal saldırı tehdidinden dolayı Türkiye’ye gelen Kürtlerin de neredeyse tamamı bir süre sonra geri dönmüştü.
Hint-Pakistan kökenlilerin İngiltere’ye, Fas-Cezayir kökenlilerin Fransa’ya çokça yerleşme nedeni sömürge döneminden kalan kültürel, siyasi ve ekonomik bağlardır.
Şimdilerde göç edenler sadece savaştan kaçmıyor, bir kısmı daha farklı hedefler için, refah içinde yaşam için ölümü göze alıp göç yolculuğuna devam ediyor.
Suriye ve Irak’tan ayrılanların bir kısmı Türkiye’yi, Afganistan’dan ayrılanların ise büyük kısmı İran ve Türkiye’yi “iltica edilecek yer” olarak değil de bir geçiş güzergahı olarak görüyor.
Elbette işgallerin ortaya çıkardığı yıkımı, tahribatı, katliamları önemsiz görmüyorum. Ama anlatmak istediğim göçün tek sebebinin artık bu olmadığının bilinmesi.
Şu anda Türkiye’de bile sosyal araştırmalarda halkın bilmem kaçının daha rahat bir yaşam sürmek için farklı ülkelere gitmek istediği dile getiriliyor.
Küreselleşen dünyada insan algıları üzerinde çalışanlar, değerleri çeşitli medya araçlarıyla önemsizleştirip lüks yaşam ve refahı öne çıkardılar. Coğrafyalarını, kültür ve değerlerini geride bıraktıklarında aslında neleri kaybettiklerini fark edemediler/edemiyorlar.