Dün, Dünya Mülteciler Günüydü. Her ne kadar yılda bir gün bu tip günlerle çeşitli kutlamalar ve benzeri hatırlamalara prensipte karşı olsam da bu meseleyi yad etmeden geçmek insani olmasa gerek.
Hiç bir insan yerinden yurdundan olmak istemez. Peki, insanları yeryüzüne bu şekilde dağılmak zorunda bırakan mecburiyet nedir? Keyfi olsa seyahat der geçeriz; fakat bu, keyfiliğin ötesinde rahatı, huzuru ve iyi bir yaşamı önceleyen ölümüne bir girişimdir. Ölümüne demekle Akdeniz'de gerek Libya'dan gerek Türkiye'den Avrupa'yı hedefleyen ve ölümle neticelenen faciaları kast ediyorum.
Uluslararası Göç Örgütü (IOM) daha iki gün önce bir açıklama yaptı. Libya açıklarında içinde mültecilerin olduğu bir botun kaybolduğu belirtti. İçinde en az 126 kişi bulunuyormuş. Geçen yıl 5 bini aşkın mültecinin Akdenizi geçmek isterken hayatını kaybettiğini unutmayalım.
Aslında mültecilerin sorunu hep gözlerimizin önünde olmasına rağmen bugünkü anlamda pek gündem olmuyordu. Fakat Suriye meselesi dünya gündemine oturunca ve bebeklerin cesetleri kıyılara vurunca insanlık ilk anda utandı. Her şey gibi onlar da unutuldu. Batının bu süreçte verdiği sınav o kadar kötüydü ki, “değerler” adına ortada bencillik, menfaat ve egoizm dışında pek bir şey kalmadı. İki yüzlülük maskesi, dünyaya empoze edilen Batı Değerlerinin ne derece kaypak ve kaygan bir zeminde olduğunu hatırlattı. Bazı Avrupa ülkeleri 10-15 mülteci için vaveyla koparırken yani almamakta direnirken bazıları Bulgaristan ve Macaristan gibi Avrupa fonlarının desteğiyle sınırlarını keskin tellerle tahkim edip kapattılar.
Bu konuda Türkiye kadar yani üç milyon Suriyeliyi ağırlayacak kadar gayretli ve fedakar davranmamaları, varsa(!) kendi değerlerine ihanettir. Ayrıca Avrupa'daki mülteci kamplarına bakınız. Gerçekten Kiliste ve sınır illerimizde kurulu bulunan Kamplarla mukayese bile edilemezler. Gerek sağlık gerek sosyal alanda hatta eğitim de bile kendi kültür ve geleneklerine uygun şekilde yapılan girişimler, bu halkın alicenaplığındandır. Bu güzellik kaynak açısından Müslüman olmanın verdiği onurla besleniyor. Gerek zekat, gerek infak, gerekse sadaka kavramı uhuvvet dediğimiz fırında pişip servis ediliyor. Dikkat edin; son yıllarda kardeşine yardım anlayışıyla şekillerenen özellikle STK çatısı altında faaliyet gösteren yapılarımız, yurt içini aşmış dünyaya dinini, milletini gözetmeyen bir yardımda bulunuyor ve mutlu oluyorlar. Ne demişti Cemil Meriç: “Namaz kılan bir toplumun psikolojiye, zekât veren bir toplumun da sosyolojiye ihtiyacı yoktur.”
Eskiden özellikle Afrika ve Asya'da Hıristiyanlar da bu faaliyetleri yapıyordu misyonerlik çatısı altında… Fakat bunu gerek din ve ırk ayrımı gerek fitne ve fesat ortamı oluşturmada bir fırsat olarak telakki edip bu iki kıtayı bugünkü hale getirdiler. Kaynaklarını kuruttular. Yer altı zenginliklerini yağmaladılar. Aralarında bölüştürüp bugünkü Avrupa'ya maddi kaynaklar oluşturdular. Hatta insan kaynakları olarak köleler adı altında annelerinden hür doğan insanları gemi katarlarıyla ABD ve AB kıtalarına kaçırıp çalıştırdılar. Afro Amerikan nesil bunların torunlarıdır. İnsanları bir yandan madden sömürürken öte yandan manen İsa Mesih adına uydurulmuş ve sömürüyü esas alan bir inançla uyutmaya çalıştılar.
Şimdi de kalkıp mülteciler neden Avrupa'ya veya ABD'ye göçüyor. Hani İslam terakkiye engel değildi. Niçin Avrupa'ya mülteciler göçüyor? diye teraneler okuyorlar Batı ve batı anlayışının zihinsel kodlerını taşıyan embesiller. Batı şunu unutmamalaı: Gerek Müslüman gerek başka dine mensup sömürülmüş olan her milletin her insanın Batının kaynaklarında payı vardır. Onlar, o mülteciler sadece kendilerine düşeni almak ve bununla iyi bir hayat sürmek için gidiyorlar. Batıya ait olanla değil. Çünkü tüm dünyanın medeni hukukları; mirası dedelerinden, babalarından torunlarına kalan pay diye tanımlar ve kabul ederler.
Bu doğrultuda mülteciler hak sahibi olduklarından haklarını almak için denizlerde isimsiz ve kayıtsız cesetler olmayı, yani ölümü göze alabiliyorlar.