İslam dünyası, toplumsal yapısıyla olduğu kadar siyasetiyle de elli yıl öncesine göre daha İslamî bir görünüme sahip.
Elli yıl önce İslam âleminin kırsal kesimlerinde şuurla açıklanmayacak ama İslam'a şeklen uygun bir İslamî yaşam vardı. Bugün kırsal kesim, onun gerisinde görünebilir. Gerçekte öyle değildir. İslam âleminin kırsal kesiminde çok geniş bir şuurlu dindar kesim oluştu. En ücra noktalarda bile halk tarafından haftanın belli günlerinde Kur'an-ı Kerim okuma ya da İslamî sohbet gibi etkinlikler yapılıyor. Elli yıl önce tasavvufun etkisindeki sınırlı bir alan dışında bunun numunesi bile yoktu.
Kırsal alanda İslamî yaşama aykırı hâl, şeklen olmasa da özde çok yaygındı. Bazı kırsal alanlara oruç neredeyse hiç uğramıyordu, namaz kılanların sayısı da oldukça azdı. İçki tüketimi İç Anadolu gibi bazı kesimlerde oldukça yaygındı. Dindar alanlarda bile düğün gibi törenlerde sınır tanınmıyordu. Bugün onların bir kısmının modern yaşama geçmiş görünmesinin ürkütecek hiçbir yanı yoktur.
Kentlerdeki dindarlaşma ise geçmişteki ile kıyaslanamayacak kadar yol aldı. Kırsal kesimden kente göçenlerin bir kısmı şuurlu dindarlaşmaya yönelirken geçmişte İslamî yaşama uzak kentli bir kesim de İslam'ın siyasi yanının anlaşılmasıyla da ilişkili olarak dindarlaşmaya yöneldi. Kentlerin görünümü dindarlaşma açısından fazlasıyla olumlu yönde değişti. İçkisiz bir bakkal bulmanın zorluklarının yaşandığı günler çok gerilerde kaldı. Aksine bazı yörelerde problem devam ediyorsa da yaygın olarak artık pek çok kentte mahalle aralarında içkili mekân sayısı azalıyor.
Elli yıl önce Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar gibi coğrafyalarda İslam'ın varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği dahi konuşuluyordu. Bugün bu coğrafyalarda bayram namazları kent meydanlarında kılınıyor. Tesettür oralarda yetmiş yaşındaki babaanneler için bile garip karşılanırken bugün yedi yaşındaki kız çocukları bile tesettüre büründürülebiliyor.
Siyasi alandaki dindarlaşma ise daha da belirgindir. Belki henüz yasalar konusunda kayda değer bir değişimden söz edilemez. Ama elli yıl önce bir yana, otuz yıl önce bile İslam dünyasında halkıyla omuz omuza cuma namazı kılan lider sayısı bir elin parmağını geçmezdi. Oysa bugün hangi Müslüman ülkenin lideri cuma namazına gitmeme lüksüne sahip? İki yüzyıldır doğrudan veya dolaylı Rus işgali altında olan Orta Asya'da bile liderler Cuma namazı, o da olmazsa, en azından bayram namazı kılma zorunluluğu hissediyor.
Dünyada dindarlığın azaldığı bir süreçte İslam dünyası Müslüman kimliği yeniden keşfetti, geçmişin ulusalcı sosyalist yönetimleri bir bir geri çekildi, artık önemli bir siyasetçi kesimi kimliğini İslam'la tarif etmenin önemine inanıyor. Bunun için Endonezya Cumhurbaşkanı Türkiye'ye geldiğinde, ki eski genelkurmay başkanıydı, Kocatepe Camisi'nde namaz kılıyor, görüntüsünü de gururla dünyayla paylaşıyor. Türkiye'de askerler camide halkla bayramlaşabiliyor, Cezayir'de devlet başkanı herkesten önce bayram namazı için camide hazır olabiliyor. Kaldı ki Malezya, Pakistan, Fas, Tunus, Cezayir, İran, Sudan, Türkiye, Bosna, Filistin'in Gazze kesimi gibi nice yurtta İslamî hareket köklerinden gelen idareciler başbakan veya cumhurbaşkanı düzeyinde ya da her iki makamda da işbaşındalar.
Bunun istisnasını Mısır'da Diktatör Sisi, Birleşik Arap Emirliklerinde Muhammed bin Raşid el-Maktum, Muhammed bin Zayed gibileri oluşturuyor. Onlar da kendi aralarında bloklaşsalar bile bu süreci durdurmayacaklardır ki yaklaşık bir aydır Katar'la uğraşmalarına rağmen Katar, İslam âleminin yaygın olarak girdiği yoldan geri dönmek istemiyor.
İslam âleminde bu kimlik keşfi çok değerli. Ancak bunun sürdürülebilirliği ümmetin yeniden keşfine bağlıdır. Zira İslamî uyanış dış güçler açısından ürkütücüdür. Son dönemde peyderpey pompalanan İslamofobi de buna işaret etmektedir. Hiçbir Müslüman ülkenin tek başına İslam karşıtları ile baş etmesi mümkün değildir. İslamî uyanışın sürdürülebilirliği İslam karşıtları karşısında güçlü bir siyasi ve askeri korunmayı zorunlu kılıyor.
Dış güçlerin Müslüman kimliğin keşfiyle ilgili önlemleri,
1. Bu keşfin sosyal zeminde daha fazla yaygınlık kazanmaması,
2. Sosyal zemindeki uyanışın siyasi bir değişime yol açmaması,
3. Siyasi değişimin anayasal düzeyde değişime yol açacak boyutlara varmaması,
4. Siyasi değişimin ulusal sınırları aşarak bir ümmet dayanışmasına dönüşmemesi,
hususlarını kapsıyor.
Uluslararası güçler, bu hususlarda sıradan siyasileri bir yana köklü İslamî yapılanmaları ve dış güçlere karşı daima hassas Müslüman kitleleri dahi ürkütecek tehditler savuruyor. Son süreçte neredeyse her ülke daha ileri bir adım atmaktansa olanı koruma derdine düştü. Bu koruma hâli, bir felaketle karşılaşmadan kökleşmeyi sağlamakla ilişkili görülebilir. Bu statik durumda onun payı kuşkusuz vardır. Ama ilerlemenin olmadığı yerde gerileme tehlikesi de söz konusudur, ciddiye alınmak durumundadır.
Müslüman ülkelerin, önemini yeninden keşfettikleri Müslüman kimliğini korumaları ve daha ileri bir aşamaya taşımaları ancak ümmetin önemini keşfedip birlikte hareket etme cesaretini bulmaları ile mümkündür.
Beş-on Müslüman ülke bile olsa dış güçlerin kendileriyle uğraşmayı göze alamayacakları buluşturmalar gerçekleştirmek, ümmet şuurunu yeniden ihya etmek zorundadır. Zira ümmet şuurunun ihya olmadığı bir yanda İslamî yaşamı sürdürmek mümkün değildir. Ümmet şuuru, İslamî değerlerin ve İslamî yaşamın kalkanıdır, korumasıdır. Bugüne kadar ümmet şuuruna yönelik saldırılar esasta bu korumanın önüne geçmek için yapılıyordu. Dün ümmet şuuru zayıflatılarak İslam coğrafyası işgal edildi. Bugün ümmet şuurunun oluşup siyasi sahaya yansıması engellenerek İslamî yaşamın yeniden tesisi engellenmeye çalışılıyor.
Dün, uluslararası güçler için İslam coğrafyasındaki zenginliklere el koymak birinci öncelikti. Bugün onların birinci önceliği, Hıristiyan, Budist ya da ateist toplumlarının İslamlaşmanın dışında tutulması/Müslümanlaşmasının engellenmesidir. Uluslararası güçler İslam dünyasındaki kimlik keşfinin önüne baskıyla ve kültürel istilayla geçilmezse dünyanın bütününe Müslümanlaşma olarak yayılmasından büyük korku duyuyor. Kimlik keşfinin yol alması için koruma ve zırh olacak ümmet şuurunun keşfini engellemeye çalışıyor.
Bundan şu an en büyük zararı gayri Müslim tahakkümü altında bulunan devletsiz Müslüman toplumlar görüyor. Dünyanın herhangi bir noktasında devletsiz kalan Müslümanlar, Filistin veya Filipin veya başka bir yer, mevcut ortamda, her ülkenin kendi sürecini sessiz sedasız sürdürme kaygısı yüzünden kendilerine sahip çıkacak kimseyi bulamıyor. İslam âleminin kendi içindeki etnik Müslüman azınlıklar ise ümmet şuurunun aleyhinde militanlaştırmaya çalışılıyor. Batı'ya göç etmiş Müslümanlar da günden güne dışlanma endişesine sürükleniyor.
Uluslararası güçlerin ümmet şuuru aleyhine yaptıkları ilk hamle Mısır'da 3 Temmuz 2013 darbesiyle Sisi'nin iş başına getirilmesiydi, ikinci teşebbüs Pakistan'da 2014'te Tahirü'l-Kadirî denen kişi maharetiyle halk isyanı çıkarma girişimidir, üçüncü teşebbüs 2015'ten bu yana Bangladeş'te Cemaat-i İslamî önderlerinin katlidir, dördüncü teşebbüs 15 Temmuz darbe girişimidir, beşinci teşebbüs Mısır, BAE, Suudi Arabistan ve Bahreyn'in “Arap gücü” olarak bloklaştırılmasıdır. Katar'da başarılı olsalar da olmasalar da bu tür darbeler gelmeye devam edecektir. Son dönemde Filipinlerdeki vakaların sözde DAEŞ faaliyetleri altında Malezya ve Endonezya'ya sıçratılması ihtimali konuşuluyor, Balkanlarda da bir hareketliliğin oluşturulmaya çalışıldığı malumdur. Bunun altıncı ve yedinci teşebbüs olarak ortaya çıkması an meselesidir.
Bütün bu desiseleri bozmak ancak Çin seddinden Fas'a Kırım'dan Yemen'e Müslümanların bir kez daha birinin çıkarının hepsinin çıkarı olduğunu, birinin zararının hepsinin zararı olduğunu anlamaları, Müslüman kimliğin keşfine ümmetin keşfine doğru ilerletmeleri ile mümkündür.