Her biri farklı bir coğrafyadan gelmiş, farklı diller konuşan on binlerce Müslüman... Allah'a itaate koşmuş... Secde hâlinde... Ayakları çatlak... Tabanları nasırlanmış... Nasır da ney, ayakları darmadağın olmuş...
Bu, İslam dünyasının resmidir. Gayri İslamî yapılar hangi tahribatı yapmış olursa olsun, İslam dünyasının ezici bir çoğunluğu bu şekilde İslam'a bağlı, Allah'a itaati önemsiyor, yüceltiyor; yüce Allah'la sözleşmesini namazıyla, duasıyla her an yeniliyor.
Ne var ki İslam dünyasının ayakları, çürümüş, yere sağlam basmıyor. “Ayaklar, vücudun sigortasıdır” diye bir söz vardır. Tıbbi açıdan doğruluk derecesini bilmiyorum. Ama ayakların şeklinin bir toplumun içinde bulunduğu maddi koşulların bir göstergesi olduğundan eminim.
İslam dünyası yoksul... Yoksulluk sebep değil; sonuçtur. Ama her sonuç, sebebe dönüşür. İslam toplumu, bir proje doğrultusunda ağır bir yoksulluğa sürüklenmiş. İnsana vaziyeti kabul ettiren, köleliğin kaçınılmaz olduğunu söylettiren boyun eğdirici, sindirici bir yoksulluk...
İslam dünyası, fiili bir sömürge döneminin ardından ağır bir diktatörlükler sürecinden geçti. O diktatörlüklerin yıkılma umudu, bir ön kesme operasyonuyla söndürüldü. Müslümanlar, şaşkınlık sürecine geri döndü.
Bu tür dönemler, “uç hareketler” için dört dörtlük oluşum koşulları oluşturur. “Uç hareket”, bir sürüklenmedir, bir infilaktır, bir öfke patlamasıdır.
Patlamalar, yıkıma yol açar; dağıtır ama inşa etmez; ayrıştırır, bütünleştirmez; var olan evi çökertir, yakar, onun yerine yeni bir ev vermez. “Uç hareketler”, uyarıcı olabilir ama asla umut olmaz. Tarihin hiçbir aşmasında toplumsal düzeni alt üst eden hiçbir “uç hareket” yeni bir dünya kurmamış, verimli bir yaşam alanı oluşturacak bir nizam kurmamıştır.
Her Müslüman, İslam dünyasının içinde bulunduğu durumdan sorumludur. Hiçbirimiz, sorumluluktan kaçamayız.
Dönem, basit sorunlarla uğraşılacak, ihtilaflara vakit ayrılacak bir dönem değil. Seferberlik günlerinde zaman kaybına yol açacak ayrıntılara takılmak, ihanettir; sadece düşmana fırsat verir.
Şekli ihmal etmeyen ama şekli her şeyin üzerine çıkarmayan bir İslam dünyası...
Yereli ihmal etmeyen, aksine yerele sağlam basan ama yerellik zindanında tıkılı kalmayan bir İslam dünyası...
Kendini bilen ve bununla birlikte kendini aşan bir İslam dünyası...
Bu dönemde milliyetçileşmek, ırkçılaşmak bahanesi ne olursa olsun, emperyalizmi kabuldür. İslam dünyasını içinde bulunduğu duruma sürükleyenlerin kulluğuna razı olmaktır.
Bu dönemde insanî hakları inkâr, insanî hakları rafa kaldırmak; emperyalizmin oyununa gelmektir, İslam dünyasını içinde bulunduğu duruma sürükleyenlerin kulluğuna razı olmaktır.
Bu dönemde, mezhebine odaklanmak, mezhepsel kazanımlar peşinde koşmak, emperyalizmin oyununa gelmektir, İslam dünyasını içinde bulunduğu duruma sürükleyenlerin kulluğuna razı olmaktır.
İslam, basit insan aklını aşıp büyük düşünmeyi bilmektir.
Müslümanların kurtuluşu ancak büyük düşünmekle ve bu büyük düşünmede sabretmeyi bilmekle mümkündür.
Bu, zaman alabilir, eleştirilebilir. Ama kesinlikle sonuç verir. İslam dünyasının geleceği nokta eninde sonunda budur.
İslam dünyasının zayıf noktaları tespit edilmiş, o noktalar üzerinden bir proje yürütülüyor. Kurtuluş, zayıf noktalar tuzağına düşmemekle mümkündür.
Ne ben'ini unutmak doğru, ne de benci'leşmek...
Ben'ini unutan köksüzleşir. Benci'leşen, ben'i uğran her rezalette bulunur. Benci'liğin en ağırı milliyetçiliktir.
Rabbini unutan bir milliyetçinin milliyeti uğruna katlanamayacağı rezalet, sürüklenmeyeceği çukur yoktur.
Mezhep milliyetçiliği de nihayetinde bir milliyetçiliktir. Farklı görünse de ümmete yansıması açısından etnik milliyetçilikten hiçbir farkı yoktur.
Müslümanların ne mezheplerini ne de etnik yapılarını değiştirmeye ihtiyaçları vardır. Değişmesi gereken, kendine ve İslam dünyasına bakıştır. Her birimiz bir yere aidiz ve hep beraber İslam'a aidiz.
Bu, bütüne ahenk içinde sahip çıkmak, bu bütünün kurtuluşu için ahenk içinde mücadele etmek, bu çatlak ayakların tamamen çürümeden sıhhat bulması için özveride bulunmak hepimizin görevidir.