Bu başlık, Berlin’de yaşayan sevgili İlhami Büyükbaş’ın “Müslümanlar kendileri iktidar olmakla kalmamalı, asıl İslam’ı iktidar yapmalılar” sözünden mülhemdir. Dünya Müslümanları olarak ivedilikle tartışmamız gereken bir sorudur bu.
Haçlıların bugünkü temsilcileri olan küresel güçlerin dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlara yönelik çok yönlü saldırıları Müslümanlara nefes aldırmıyor. Bildiğimiz gibi, bu saldırıların ilk evresi Devleti’nin yıkılması ile tamamlanmış ve İslam dünyası işgal edilmişti. Müslümanlar mı işgalcileri kovdular, işgalciler mi amaçlarına ulaştıkları yerlerden çekildiler, ayrıca tartışılması gereken sorulardandır. Ama sınırlarımızı onlar çizdiler… Bize tahakküm edecek rejimleri onlar kurdular… Hatta krallarımızı, başkanlarımızı ve cumhurbaşkanlarımızı doğrudan veya dolaylı olarak onlar seçtiler. O günlerden bu güne kendi ülkelerinin daha müreffeh olması yönünde çabası olan liderleri de darbelerle, suikastlarla veya başka yollarla etkisiz hale getirdiler. Bunda daha da ileri giderek, kendilerine uşaklıkta kusur etmeyen liderleri bile zamanı geldiğinde ibretiâlem bir şekilde ortadan kaldırdılar. Bugün de hangi ülke bu küresel güçlerin yörüngesinden çıkma emareleri gösterirse, dışarıdan askeri müdahalelerle, içeride çıkardıkları kargaşalarla ve yaptıkları darbelerle ona diz çöktürünceye kadar saldırılarını sürdürüyorlar. Bunun en bariz örneği Türkiye’dir.
Son yıllardaki stratejileri ise, şahit olduğumuz gibi, İslam dünyasını bir yandan fiziki olarak, yani şehirlerini ve fabrikalarını yıkmak iken, bir yandan da o ülkelerde süresiz ama kontrollü bir kaos ortamı oluşturmaktır. Tabii, bütün bunları mümkün olduğunca kendi askerlerinin burnunu bile kanatmadan gerçekleştiriyorlar. Çünkü onların emellerine hizmet etmeye teşne olan ülkeler ve liderler olduğu gibi, onların Müslümanlardan devşirdikleri örgütler bu ihtiyaçlarına cevap veriyor. Küresel güçlerin anlık kan döktükleri ve yakıp yıktıkları yerler ise, ülkeler ise, Filistin, Afganistan, Irak, Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkelerdir. Golan Tepeleri’nin ilhakı ve Sudan’da darbe gibi eylemler de araya sıkıştırdıkları sıradan işlerdendir artık.
Ama bilelim ki, onların başarılı olmalarında biz Müslümanların payı oldukça büyüktür. Çünkü İslam dünyası onların bu kirli işleri için oldukça mümbittir; ırkçılık, mezhepçilik ve envaiçeşit cehalet kol geziyor! Gerçi bu yeni bir şey değil… Merhum Akif’in yüz küsur yıl önce tasvir ettiği hali şimdi aynısıyla ve hatta fazlasıyla yaşıyoruz: Cehalet, tefrika, milliyetçilik, geri kalmışlık, ümitsizlik vd.
Bugün rejimleri değişik de olsa 60’tan fazla İslam Ülkesi var. Ama anayasasının Kur’an olduğunu iddia edenler ile Laiklik olduğunu iddia edenler arasında adalet açısından bir fark yoktur. Düşünün, istisnaları bir yana, İslam ülkelerinin liderleri Müslüman, parlamenterleri Müslüman, yukarıdan aşağıya kurumların amirleri, başkanları ve müdürleri Müslüman! Ancak buna rağmen adaletiyle tanımlayabileceğimiz bir tane İslam ülkesi yoktur! Her ülkede, her şehirde ve her beldede adil idareleriyle, hakka riayetleriyle ve kısaca dürüstlükleriyle öne çıkan idareciler neredeyse yok denecek kadar azdır.
Dünya devletleri arasında da adalet, refah, güvenlik ve barış gibi değer bakımından saygın bir yerde değiliz maalesef. Bir toplum için bundan daha büyük bir musibet ve biz Müslümanlar için bundan daha büyük bir zillet olur mu?
Burada ilk akla gelenler doğal olarak âlimlerimiz ve aydınlarımızdır. Çünkü toplumların ifsadında da iflahında da öncü güç âlimler ve aydınlardır. Anlaşılan o ki, nasıl ki idarecilerimizin Müslümanlıkları çoğunlukla dilde ise, âlimlerimizin Müslümanlıkları da çoğunlukla kürsülerdeki vaazlarıyla sınırlıdır. Örneğin, âlimlerimiz kürsülerde “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” sözünü haykırırken, kaç tanesi bu sözü kendilerine de ayna yapıyor acaba? Ebu Hanife’yi anlatanlar ve Ebu Hanife’nin mezhebinden olanlar neden kendileri de bir Ebu Hanife olmaktan özenle kaçarlar?
Aydınlarımız da ümit vermiyor! Nerdeyse hepsi iktidarların gerisinde, yörüngesinde ve gölgesindeler. Sorunlarımıza çözüm bulacak kadar donanımlı değiller. Âlimlerimiz ve aydınlarımız topluma öncülük yapacaklarına, adeta topluma ayak bağı oluyorlar. Sonuçta ne düşünsel anlamda, ne toplumsal barışı sağlamada, ne toplumu daha güvenli hale getirmede ve ne de çok yönlü kalkınmada kendilerinden beklenen katkıyı sunamamaktadırlar.
Sanımız, ünümüz ve konumumuz ne olursa olsun, her birimiz İslam’ı yaşadığımız oranda İslam’ın hayatımıza ve ülkelerimize hâkimiyetini-iktidarını sağlamış oluruz. Söylem ve eylemlerimizle yukarıda değindiğim emperyalistlerin değirmenine su taşıdığımız sürece öğütülenler biz olacağız, tecavüze uğrayanlar biz olacağız ve zillet içinde yaşayanlar biz olacağız. Bu bilinci yakalayamadığımız ve bu bilinçle yaşamadığımız sürece, değil bulunduğumuz İslam ülkelerinde İslam’ı iktidara taşımak, o iktidarların İslam’ı istedikleri gibi istismar etmelerine de engel olamayacağız!