İslam’da yaygın olarak iki dönemden söz edilir, Mekke dönemi ve Medine dönemi. Kâfirler Efendimizin ne Mekke dönemine ne de Medine dönemine tahammül etmezler. Ancak onların razı oldukları ve bize model olarak sundukları bir dönem vardır. Bu da Efendimizin Risalet (Nübüvvet) öncesi dönemidir. “Kalk ve uyar” emrinden önceki dönemdir. Bu dönemde de Efendimiz putlara tapmaz, içki içmez, asla yalan söylemez, mağaraya çekilir toplumun pisliklerine bulaşmazdı. Hatta bir dönem Erdemliler Hareketi olan bir sivil toplum kuruluşuna da üye olmuştu. Müşrikler bu süreçteki Efendimizden gayet memnundurlar.
Ne zaman ki Risalet görevi verildi efendimize, mevcut düzene “LA” (hayır) dedi, işte o zaman bir anda onların güvenilir adamı haşa terörist oldu, provokatör oldu, istenmeyen adam oldu. Müşriklerin rablerine, ilahlarına, putlarına, yasalarına “La” dedikçe onlar da ellerinden geldiğince O’na dünyayı dar etmeye başladılar.
Kâfirlerin en belirgin özelliklerinden biri de gerici olmalarıdır. Çok tutucu ve bağnazdırlar. Çağların geçmesi onların gericiliğinden bir şey kaybettirmez onlara. Her zaman sloganları “biz atalarımızın dininden dönmeyiz” şeklindedir. Akletmez, hakikatler karşısında kör ve sağırdırlar.
Onların iyi Müslüman tasavvurunda “la” demek, sosyal ve siyasal hayata müdahaledir. Bir nevi kurulu düzene isyandır. Onlara göre iyi insanlar kendilerini ahiret hayatına adamışlar bu kirli dünya işlerine bulaşmaz, karışmaz, müdahale etmezler. Zira siyasete müdahale edildiğinde bunun kiri kendilerine de bulaşabilir. Hira mağarası kapatılmadığı, gece ve gündüz ibadete açık olduğu sürece mesele yok demektir.
Günlerce mağarada kalındığı halde buna engel olan mı olmuş. Şimdi de mağaralar açık tutuldukça sorun olmaması gerekmez mi? Muhammed bin Abdullah’a içmedi diye neden içmiyorsun diyen mi olmuş, neden yalan söylemiyorsun diyen mi olmuş. Herkesin günahı kendinedir. Onlar senin mağarana gitmene engel olmuyorlarsa sen neden onların meyhanelerine, puthanelerine gitmelerine müdahale edesin ki?
Çağlar, müşriklerin gaye ve hedeflerini değiştirmese de taktiklerini bir hayli değiştirmiştir. Şimdi elçilik görevini üstlenen Müslümanlara karşı önce mağaranın yolunu bir süreliğine kapatıyorlar, bir müddet sonra da açıyorlar. Ardından da şöyle diyorlar: “Bakın biz sizin yollarınızı açtık, size bir değil birkaç adım yaklaştık, size kolaylıklar tanıdık. Daha ne yapalım. Siz de biraz makul olun, iyi niyetlerimize karşılık olarak “La” da diretmeyin. Her şeyimize “la” demekten vazgeçin.” Bir kısım Müslümanlar da: “Evet doğru söylüyorlar, eskiden mağaraya dahi gidemiyorduk bakın şimdi yoluna asfalt dahi dökmüşler, nankör olmamak lazım” diyorlar. Eskiden müşrikler bu taktikleri bilmezlerdi, daha dobra dobra idiler.
Dikkat buyurun Muhammed b. Abdullah resul olduktan sonra Erkam’ın evini mekân edindi, sonra da mescit (cami) inşa etti. Okuyucu benim mağara olarak kullandığım tabiri cami olarak tahayyül edecektir. Ancak ben kasten camiyi ve mağarayı farklı kullanıyorum. Bunların işlevi çok farklıdır. Dar’ül Erkam veya cami hakiki fonksiyonlarını icra ettiklerinde “örgüt evine” dönüşüyor, mağara işlevini gördüğünde ise kutsal ve hürmete layık bir mekâna dönüşüyor. Dar’ül Erkam’a gidenler örgüt üyesi, ancak mağara işlevi, görevi gören camilere gidenler hürmete layık mübarek insanlar oluyorlar.
Taammüden cahil bırakılan ve hassaten peygamberini iyi tanımayan Müslümanlar, resul Muhammed ile Abdullah oğlu Muhammed arasında tercihe zorlanmaktadırlar. Sanki bu ikisi birbirini ikmal eden değil inkâr eden farklı kimliklermiş gibi. Burada peygamber sevdalılarına çok görev düşmektedir. Efendimizi doğumundan kırkına kadar değil altmış üçüne kadar tanıtmalıdırlar. Hassaten elli üçten altmış üçüne kadar olan efendimizi tanımaya ve tanıtmaya çok ihtiyacımız var.