Geçen hafta kapitalist ve komünistlerin, sanatı, kendi emellerinin gerçekleştirilmesi amacıyla nasıl kullandıklarına dair bir yazı yazmıştım. Madem kapitalist ve komünistlerden bahsettik, buradan devam edelim.
Kapitalizmin esas felsefesini Adam Smith'in; “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” doktrini oluşturur. Buna göre devletin piyasaya müdahalesi söz konusu değildir. Piyasada bir görünmez el vardır ve bu el her şeyi yerli yerine oturtur. Devletin müdahalesi piyasayı olumsuz etkilemekle kalmaz, berbat eder.
Bu şekilde özetlenebilecek Kapitalizmin avamcası şudur: Orman kanunu. Veyahut denizdeki büyük balıkların, küçük balıkları yutması da denilebilir. Çünkü bu felsefe vahşi kapitalizmi doğurmuş ve insanlar günde üç portakal karşılığı çalıştırılır hale gelmişler. Kapitalist toplumlar, toplumu tam bir üçgen haline getirmiş ve en üstteki azınlık mutlu, müreffeh; alttakiler ise sefil, perişan bir yaşama duçar olmuşlar.
Günümüz dünyasında da bu durum söz konusu değil mi? Karayolu ile şöyle bir Amerika, Avrupa ve Afrika'ya bir gezi düzenlense, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Bir tarafta festivallerin, şampiyonlukların, eğlencelerin, partilerin düzenlendiği ve insanların tıksırıncaya kadar yediği bir dünya varken, beri tarafta açlıktan bütün kemikleri dışarı fırlamış ve sadece bir çift gözden müteşekkil Afrika insanı vardır. Kapitalistler bu insanlara yardım etmez, bol bol fotoğraflarını çekerler.
Bu tür olumsuzluklar, Kapitalizmin bir nevi çocuğu olan Komünizmi doğurmuş. Etkiye tepki olarak bu kez özel mülkiyete karşı çıkılmış. Yani hiç kimsenin hiçbir şeye sahip olmadığı bir düzen.
Bu toplumun tarihsel alt yapısını şu şekilde özetlerler. İnsanlık “ilkel komünal toplum” diye sınıfsız, eşit üreten ve tüketen bir başlangıç yapmış. Geçen haftaki yazımda bu düzeni şirinleştirmek amaçlı “Şirinler” diye bir çizgi filmin yapıldığını belirtmiştim. Bu toplumda üretim araçları kimsenin mülkiyetinde değildir. Dolayısıyla özel mülkiyet diye bir şey yoktur. Herkes ürettiğini getirir ve paylaşır.
Ancak uzun insanlık tarihi bu düzenden sonra; “Köleci”, “Feodal” ve “Kapitalist” toplum evrelerini geçirmiş. Tabi insandaki mal mülk sevdasının temelinde ise evlilik kurumunun olduğu savunulmaktadır. Çünkü insanlar evlendikten veya bir kadına sahip olduktan sonra “Ben” duygusuna sahip olmuş ve artık her şeyin en güzelini, kendi eşi ve çocukları için istemiş. Mal mülk sevgisi o hale gelmiş ki, artık insanlar torunlarının torunlarına miras bırakmak için birikim ihtiyacı hissetmişler. Bu da özel mülkiyetin kökeninde evlilik, yani aile kurumunun olduğunu gösteriyor. Tabi özel mülkiyete sahip olmanın başka nedenleri de vardır. Ancak en önemlisi budur.
İşte şimdi dananın kuyruğunun koptuğu yere geldik. Ne diyor komünizm: “Biz özel mülkiyete karşıyız ve bunu toplumdan kaldıracağız. Ancak bunu başarmak için özel mülkiyete giden yolları kapatmamız, özel mülkiyete sebep olan kurumları kaldırmamız lazım.” Bunun başında da aile geliyor. Yani eğer aile diye bir kurum olmazsa, o zaman insanların benim eşime ve çocuklarıma şunu bunu alayım diye bir ihtiyaçları olmaz. Bu da özel mülkiyeti sonlandırmak amacıyla yapılabilecek en büyük devrimdir. Bunun için evliliği kaldırmak gerekiyor.
Cinsel ihtiyaçların nasıl karşılanacağını, varın siz düşünün. Zaten bu yüzden Şirinler isimli çizgi filminde bir tek Şirine vardır. O Şirine de bütün Şirinlerin ortak malıdır. Yani kadın orta malıdır.
Şimdi gel gelelim HDP'lilerin “Namus Toplumsal Kabus” pankartına. Bu HDP'nin sol tandanslı zihniyetinin ürünüdür. O zihniyet yukarıda arz ettiğimiz üzere ailenin, özel mülkiyetin temelini oluşturduğuna dair düşüncedir. “Ben” egoizminin temelinde evlilik yatmaktadır ve bu kurum kaldırılması gereken bir düşmandır. Bu nedenle “Onlar kimsenin namusu değildirler, namusları özgürlükleridir.” Ya da “Onlar kimsenin emaneti değil, kadındırlar.”
Şimdi bu tür pankartları daha iyi anlamlandırabiliriz.