“Çok güzel şeyler olacak” sözünün adeta bir iksire dönüştürüldüğü günler üzerinden iki yıl geçti. Gelinen noktada “çok şeyler” oldu, ama “çok şeylerin” ne kadarının “güzel” olduğu ya da kimin için “güzele” dönüştüğü bugün artık daha net ortadadır.
Siyasi iktidarın PKK ile giriştiği ancak bir türlü arzulanan “çözüme” ulaştıramadığı malum süreç, artık can çekişen bir mevta adayına dönüşmüş durumdadır. Niyetin halis olmadığı bir amelin fayda sağlayamayacağı üzerinde zımni bir ittifak vardır. “Çözüme” niyet edilirken ne siyasi iktidarın ne de silahsızlanmayla bitecek çözümü beyin ölümünün gerçekleşmesi olarak algılayan PKK'nin bunda samimi olmadıkları aşikardı. İki taraf için de “Süreç”, stratejik değil, taktik yaklaşımlar barındırmaktaydı. “Süreç” temposunun tutturulması, bölgesel gelişmelerin iki tarafa dayattığı sonu öngörülemez çalkantıların bir sonucuydu.
Mesele taktiksel yaklaşım olunca süreç denen olgu, belirli ve Kürt halkı açısından da kabul edilebilir kurallar etrafında yürütülmek yerine vaziyetin muayyen bir zamana kadar idare edilmesi prensibi üzerinden yürütülmeye çalışıldı. Devlet ya da siyasi iktidar, vaziyeti idare etmek adına alan hakimiyetini PKK'ye terk ederken, PKK de oluşan fırsatı alan kapma yarışı mantığı üzerinden bugünlere kadar getirdi.
Var olan çatışma sürecinin sonlanmasını da kapsayacak şekilde kapsamlı bir Kürt sorunun çözümü, açıkçası herkesin arzusuydu ve bu arzu halen sürmektedir. Ancak ana aktörlerin süreç etrafında sergiledikleri tavır, umutla bakılan süreci kuşkuların gölgesinde bırakmıştır. Artık “süreç” denince umutlar yerini şüphelere, “Acaba'lara”, kirli, danışıklı dövüş kuşkularına terk etmiş durumdadır.
Aslına bakılırsa umut tomurcuklarının belli bir süre halk içinde yer bulmasının asıl sebebi, tatminkar somut gelişmelerden ziyade yürütülen algı operasyonundan kaynaklanmaktaydı. Nitekim işin başından beri hükümet, süreci “artık cenazeler gelmiyor” propagandası üzerinden; PKK ise “Demokratik Özerk Yaşamı İnşa” propagandası üzerinden bugüne kadar getirdi. Burada hükümet “cenazalerin gelmemesini” esas almaktan hareketle PKK'nin her bir ileri adımına on geri adımla karşılık verirken; PKK, ileri adımlarını zaman içerisinde adeta hızlı koşu maratonuna dönüştürdü.
Bunun sonucunda ortaya çıkan tablo şu olmuştur. Devlet veya hükümetin bilerek boşalttığı alanlarda cirit atmayı PKK artık bir hak telakki etme noktasına gelmiştir. Devlet veya hükümetin boşalttığı herhangi bir alana kısa süreliğine de olsa geri dönüş yapma manevraları, PKK tarafından karşılıksız kalmaması gereken bir çeşit “hak ihlali” olarak değerlendirilmekte, bu durum da hükümet açısından süreç felsefesine dönüşen “cenazeler artık gelmiyor” prensibini tehdit etmektedir. Nitekim Diyadin'de yaşanan son durum da bu vaziyetin eseri olmuştur.
Şu an ki durum PKK açısından artık geri dönülemez bir “kazanım” halini almıştır. Kaptığı alan hakimiyetinin devlet tarafından tehdit edilmesi, PKK açısından kesinlikle yeniden çatışma sebebi haline gelmiştir.
Devlet veya hükümet ise şu noktaya gelmiştir. Süreç artık devletin veya hükümetin lehine işleyen bir aygıt olmaktan çıkmıştır.
İki taraf için yeniden beliren bu “farkındalık”, bugün Diyadin'de çatışmayı beraberinde getiriyorsa, yarın başka çatışmalara da gebedir.
Peki bu farkındalık özellikle devlet/hükümet açısından yeni mi oluştu?
Aslına bakılırsa süreçle başlayan “çatışmasızlık”, sadece devlet ile PKK için işleyen bir durum arzetti. Çatışma zamanlarında halka yansıyan olumsuzlukların hiç birisi, çatışmasızlık da dahil bu süreçte halka yansımadı. Hatta devlet sahadan çekilirken serbest hareket kabiliyetine kavuşan PKK, kendi kronik mezalimliklerine daha önceleri devlet adına yapılan mezalimlikleri de katarak halka yansıtmaya başladı. Çatışma zamanlarında dağa çıkışlar belli bir düzeyde seyrederken, çözüm denen süreçte bu durum adeta bir furyaya dönüştü. Dağa çıkışlarda “gönüllülük” esası, yaş sınırı da ortadan kaldırılarak yerini zorunluluk, zorbalık ve hatta kaçırmalara bıraktı. Silahlı unsurlar daha önce kırsalda belli noktalarda barınırken, süreçle beraber şehirler bile silahlı unsurların açıkça cirit attıkları birer alana dönüştü. PKK öyle bir hava yakaladı ki, devleti alandan kovmuş kahraman rolüne soyunmaya başladı. Devlet kovulduğuna göre artık “Devrimin” önünde kalan tek engel, farklı düşünen Kürtler kalmıştı. Nitekim Kobani bahaneli tedhişatlar ve Cizre saldırıları, PKK'nin kovulmuş devletten sonra tek engel olarak gördüğü kendisinden olmayan Kürtleri tasfiye adımlarıydı.
Dolayısıyla devlet/hükümetin son zamanlarda “farkındalık” diyebileceğimiz bir duruma gelmesi, aslında PKK'nin geldiği durumu yeni farketmesiyle ilgili değildir. PKK'ye ihale ettiği Jitemvari davranma serbestiyeti ilk günden beri yürürlükte iken, devletin/hükümetin başardığı tek iş, olup biteni kamuoyundan gizlemesi, yani kendisine güvenen kamuoyunu aldatması olmuştur. Engebeli gidişatı pembe tablolar şeklinde kamuoyuna yutturmak, hükümetin medya üzerinden yürüttüğü tek başarılı adımı olmuştur.
Gelinen noktada; hükümetin çokça arzuladığı silahsızlanma gerçekleşmediği gibi, silahsızlanma çağrısı yapılmasının bile yapılmamış olması, ilk şok dalgasını beraberinde getirmiştir. Hükümetin ve etkilediği kamuoyu beklentisinin son Newruz mesajıyla hayal kırıklığına uğramış olması, sürecin gidişatıyla ilgili hükümet içinde ve hükümet ile Cumhurbaşkanı arasında yaşanan tartışmayla kendini açığa vurmuştur.
Yaklaşan seçimler ve seçimlere yüklenen büyük anlam hükümet ve CB Erdoğan açısından malumdur. Bunun yanında HDP-PKK'nin başta “Fethullah Terör Örgütü” olmak üzere siyasi iktidar ve Tayyip Erdoğan'ın kellesini isteyen garip bir koalisyonun Truva atına dönüşmeye başlaması, artık hükümet veya CB Tayyip Erdoğan açısından kaldırılabilecek bir durum olmaktan çıkmıştır. Bilumum tedhişçi Sol fraksiyon, Amerikancı liberal takım ve “Fethullah Terör Örgütü” olmak üzere küresel üst aklın ilginç bir dizaynla bütünleştirdiği cephenin legal alanda HDP, illegal alanda PKK ile flörte geçerek yeniden çatışmanın faydalarına yoğunlaşması, devletin/hükümetin de Diyadin'de olduğu gibi yeniden alana çıkarak varlığını hissettirmesini dayatmıştır.
Diyadin'deki çatışmaların dezenformasyon savaşına dönüşen ayrıntılarına girmenin bir anlamı yoktur. Asker ne yaptı, ne etti oraya da girmeyeceğiz. Ama iki yıldır yaşanan ve artık sıradanlaşan bir duruma asker müdahalesi ile karşılık verildiği ortadadır. Süreklilik arzeden PKK'nin şenlik-festival oyunlarıyla halkı dağ kadrosunun ayağına götürerek propaganda ve gözdağı verdiğini herkes bilmektedir. Devletin de buna seyirci kaldığı da bilinen bir gerçektir.
Kaldı ki bu durum sadece Ağrı özelinde yaşanmamaktadır. Bölgenin herkesçe bilinen yüzlerce yerinde aynı durum söz konusudur. Kampların yerleri herkesçe bilinmekte, insanlar buralara götürülüp balans ayarından geçirilmekte, haraç, yargılama, cezalandırma türü uygulamaların tümü için bu malum kamplar merkezi üs işlevi görmektedir.
Diyadin'de PKK'nin seçim sürecine gölge düşürme girişimi ilk değildir. Bugüne kadar seçimlere BDP/Bağımsız/HDP girdi. Ancak seçim çalışmalarını, propagandasını, etkileme gücünü hep PKK yaptı. Bugüne kadar devlet/hükümet de sadece seyretti. Bu seçimlerin hükümet açısından anlamını tekrarlamayalım. HDP için de aynı şey geçerli.
Hükümet, anayasayı değiştirmeye yetecek vekil çoğunluğunu hedefliyor; HDP ise tam bunun karşısında konumlanmış durumda. Başta nüfuz örgütleri olmak üzere diğer muhalefet partilerinin kendi hedeflerini gerçekleştirmek yerine HDP için “baraj duasına” çıkmış bulunmaları meselenin ehemmiyetini göstermektedir.
Başta bazı muhalefet partileri olmak üzere Amerikancısından neoliberaline, sağcısından solcusuna, çiçekçisinden böcekçisine geniş bir yelpazenin HDP lehine seçim sürecine müdahil olması, HDP'nin kendi siyasi dinamikleriyle ilgili değildir. PKK eliyle yürütülecek seçime endeksli silahlı meydan okumalar, HDP'nin gaz pedalına basan bileşenlerin temel amacıdır. Bu gayeyle formüle ettikleri “Ortak yaşam” sloganı herhalde bunu en iyi şekilde ifade etmektedir.
İşin başında “Çok güzel şeyler olacak” sözü hep hükümet çevrelerinden duyuluyordu. Oysa şimdi aynı söz HDP'de karar kılıp PKK'den medet uman ilgili-ilgisiz tüm çevrelerin terennüm ettikleri şarkının nakaratına dönüşmüş olması hayli dikkat çekici.
Hal böyle olunca hükümet patentli “Ne istediniz de vermedik” repliğinin ikinci versiyonunun belirmesi an meselesidir. Ya da “Kandırıldık” filminin ikinci bölümü her an yayına verilirse artık şaşmayın.