İslam, özü itibariyle eleştiriye değil, tebliğe dayanır. İslam'da esas olan hakkın izahıdır; batılın aleyhinde konuşmaktan gaye ise hakkın anlaşılması veya hakkın önündeki engelin izale edilmesidir.
Sadece batılı anlatmak, İslam değildir; İslamî de değildir. Batıla değinmeyen, batılı yok sayarak anlatılan bir İslam ise eksiktir. Bu, İslam'ın bütününü kapsayan, İslam'a ait her hususta esası teşkil eden “adalet” olarak ifade edilen “denge”dir.
İslam, her yönünde olduğu gibi eleştiri konusunda da mutlaka bir gayeye dayanır ve o gayede adildir, dengeyi muhafaza eder. Bir gayeye dayanmayan hiçbir eylem, İslamî olmadığı gibi bir amaç üzerine inşa edilmeyen eleştiri de İslamî eleştiri değildir; adil olmayan hiçbir eylem İslamî olmadığı gibi adil olmayan bir eleştiri de İslamî değildir.
Müslümanlar, tarihlerinde “eleştiri” yerine “tenkid” kavramını kullanmışlardır; “tenkid”, ilgili kök ve kelimelerle birlikte “madeni paranın gerçeğini sahtesinden ayırmak, sözün güzel ve kusurlu yanlarını ortaya koyup açıklamak” anlamında kullanılır.
Müslümanların burada Kur'an-ı Kerim'e ve Resulullah salallahu aleyhi ve sellem'in sünnetine dayanarak edindikleri gaye, sahteyi anlatarak veya kusurlu olandan söz ederek zaman geçirmek değil, gerçeğin ve güzel olanın tarif edilmesidir. Bu tutumda sahteyi ve kusurlu olanı ifade, ancak gerçeği ve güzel olanın tarifine hizmet ediyorsa sürdürülür, aksi halde sahte ve kusurlu unutulur, göz ardı edilir. Bu tutum, İslam'ın Müslümanlara öğrettiği bütün fiillerde görünür.
Kur'an-ı Kerim, hakkı anlatmıştır; iyileri tarif etmiş ve onları methetmiştir. Mekke'deki müşrikleri ve Medine'deki münafıkları ise ancak hakkı engellemekten vazgeçmemekte inat etmeleri durumunda anmış ve yermiştir.
Kur'an'ın yaklaşımında esas olan, Hz. Resulullah salallahu aleyhi ve sellem'in peygamberliğinin kabulüdür. Ebu Cehil, Ebu Lehep, As bin. Vail, Velid Bin Muğire gibi müşriklerin, Abdullah bin Ubey gibi münafıkların Kur'an-ı Kerim'de eylem veya lakapları ile anılması ise onların bu kabulün önüne geçmesi yönündeki inatlarıdır.
Bugün sadece çağın Ebu Lehep'lerini, As'larını, Velid'lerini, Bin Ubey'lerini anlatmak İslam değildir ancak onları yok sayarak İslam'ı anlatmaya çalışmak da İslamî değildir. Hakkı anlatırken hakkın düşmanlarını da yermek...
İslamî olan budur. Zalimleri sürekli yermek ve ondan başka bir şey yapmamak kişiyi Müslüman yapmaz, onun eylemini de İslam'ın sınırları içine almaz. Zira İslam'da ancak hakkı inşa gayesine dayanırsa batılın aleyhinde olmak anlamlıdır. Batılın yerilmesi ancak hak içinse hakka hizmettir, aksi halde hakka hizmet sınırları içinde bulunmaz.
Müslümanlar için amaç Ebu Cehil'i değil, Hz. Resulullah salallahu aleyhi ve sellem'i anlatmaktır. Hz. Resulullah salallahu aleyhi ve sellem'i tanıtmayı ve Onun yaşadığı zorlukları anlatmayı amaçlamayan bir Ebu Cehil anlatımı İslamî değildir.
İslam'ın daha ilk döneminden bugüne sayısız na't, yani Resulullah salallahu aleyhi ve sellem methiyesi söylenmiş, yazılmış ama tarihe geçmiş bir tek Ebu Cehil hicviyesi söylenmemiştir, yazılmamıştır.
Medine'de savaş dönemlerinde müşriklere dönük kimi hicivler yapıldıysa da Asr-ı Saadet'te Müslümanların birbirlerine dönük tutumlarında bir şiir türü olarak hiciv yoktur.
Hiciv, fitne dönemlerinde ortaya çıkmış, sonraki dönemde kendilerini cahiliyeden arındıramayan Batınî gruplar tarafından, Müslümanlara acı veren bazı olaylara karışan şahsiyetlere karşı, İslam öncesi bir varlığın devamı olarak yaygınlaştırılmıştır. Bir kısmı namaz dahi kılmayan, oruç tutmayan, şaraba fetva bulan bu gruplar, İslam tarihindeki bazı olumsuz şahsiyetleri hicvetmenin tek başına kendilerini cennete götüreceğine inanmışlar, Müslüman halkı da buna inandırmaya çalışmışlardır.
Bu tutuma karşı İslam'ın 7. yüzyılından (Miladi 13. yüzyıl) itibaren bir karşı hiciv gelişti. “Kırıcı” ve “yıkıcı” sıfatlarıyla tarif edilebilecek bu karşı eleştiri, Batini grupları da aşarak sınırlarını gittikçe genişletti. Eleştiri, onların sevmedikleri her Müslümana yönelen bir kılıca dönüştü. Onların şerrinden korunmak için âlimler, kendilerini evlerine, medreselerine, dergâhlarına kapattı; idareciler ise onları hapishanelere atma, onları sopayla cezalandırma yoluna gitti. Bu tutum, varlık bulduğu her yerde Müslümanlar arasında hürmeti ortadan kaldırdı, nefreti artırdı, Müslümanların gelişmesinin, ilerlemesinin önüne geçti.
Avrupalıların kendi hallerini tarif etmek için tarihe geçirdikleri “Ortaçağ”da Katolik kilise tarafından eleştiri yasaklanmıştı. Rönesans bu yönüyle, Batı'da eleştirinin kapısının açılmasıdır. Fransız İhtilali ile iktidara geçen Rönesansçılar, bu kapıyı genişleterek eleştiriyi kiliseye karşı isyanın önemli bir unsuru olarak kullandılar.
Bedevi ve barbar, eleştiriyi kendisini yeniliğe kapatmak, değişim isteyenlerin girişimlerinden korunmak için bir silah olarak kullanır ya da boş kaldığında vakit doldurmak için bir malzeme olarak görür. Karşılaştığı her şeyi eleştirir. Nimetten istifade ederken bile ona küfreder. Kendisine yardım edeni bile kimi hayvanlara benzeterek anlatır. Şu adam, köpeğimiz oldu, eşeğimiz oldu, der veya “hınzırın pek faydasını gördük” diye ondan söz eder.
Kilise, inşayı, ilerlemeyi, yeni olanı kabulü engelleyen bu tutumdan eleştiriyi yasaklayarak korunma yoluna gitti. Rönesansçılar, barbar eleştirinin önünü kilisenin inşa ettiğini yıkıncaya kadar “akılcı” bir yöntemle açtı; kiliseyi yıktıktan sonra ise barbar eleştiriyi anarşist ve sosyalist grupların enerjilerini boşaltmalarını sağlayacak, onları fiili bir yıkımdan uzaklaştıracak bir araç olarak kullandı. Anarşistler, bu malzemeye pek kanmadılar, yıkmaya devam ettiler. Sosyalistlerin bir kesimi ise eylemciliklerini “eleştiri hakkı”nı kullanmakla tarif ettiler.
Öyle ki 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde eleştirmek ile sosyalist olmak neredeyse bir anlama gelmeye başladı. Özellikle Batı Avrupa'da adeta sağcıların hep yönetici olduğu sosyalistlerin ise hep eleştirdiği “istikrarlı” bir düzen oluştu. İsveç gibi kimi ülkelerde ise sosyalistlerin eleştiren olma sınıfından yöneten olma sınıfına geçmesi ancak eleştiriyi kısıtlayıp toplumu ikna edecek projeler ortaya koymaları ile mümkün oldu.
İslam aleminde 20. yüzyılın sonlarından itibaren, Batınî tarzı eleştiriye karşı, birileri İslam'ın 7. yüzyılında öne çıkan “kırıcı-yıkıcı” eleştiri tarzını bütün tahrip edici yönleri ile canlandırdılar. Bugün dünya Müslümanları, bu iki eleştiri arasında kasıp kavruluyor. Bu iki kesimin birbirlerine ve onlar gibi olmayan her Müslümana dönük eleştirisi, Müslümanlara enerji kaybettiriyor, Müslümanların ilerlemesinin önüne geçiyor.
Cehaletin olduğu her yerde Bedevî ve Barbar tarzı eleştiri öne çıkar. Müslümanlar, modern çağda ulus devletler tarafından cehalete sürüklendiklerinden Bedevi ve Barbar eleştiriye ilgi duydular. Buna Batınî eleştiri ve malum kırıcı-yıkıcı eleştiri eklenmekle kalınmadı. Batı'daki sosyalist yapıların eleştiri tarzı da İslam âlemine ithal edildi. Bütün bunlar, bir araya gelince İslam âlemi, sürekli yakınan ama hiçbir şey üretmeyen “eleştirici” görünümüne büründü. Bu hâl, İslam düşmanlarını sevindiriyor. Zira eleştiri yapıcı bir niyetten uzaklaşıp maksatsızlaştığında dedikodunun kadını pasifleştirdiği gibi toplumları pasifleştirir ve onların üretkenliğinin önüne geçer.
Müslümanların bugün yaşadıkları, ana problemlerden biri, bazı haramları Batılı kavramlar üzerinden helalleştirmeleri; İslam'ın gayrimeşru gördüğünü Batı'nın meşruiyet anlayışıyla varlık edinmiş terimlerle meşrulaştırmaya kalkışmalarıdır.
İslam'da dedikodu, gıybet, haksız itham (iftira) haramdır. Ancak bütün bu haramlar, Batı'dan öğrenilmiş ama Batinî-kırıcı-yıkıcı, Bedevî-cahilî yerellikle de bütünleştirilmiş “eleştiri hakkı” iddiasıyla helal da görmekten öte hak olarak görülebiliyor. Bunun İslam adına yapılması ise faciadır.
Son bölüme geçerken bir daha hatırlatmakta yarar vardır: Eleştiride İslamî tutum, batıl-Batılı tutumdan farklıdır. Bu, sadece Müslümana karşı değil, İslam'ın düşmanına karşı da böyledir. “Yoksullara yardım” örneğinden yola çıkalım. Batıl-batılı tutumda sevilmeyen kişinin yoksullara yardımı bile hicvedilir, kınanır. Hatta muhalif olan, bu yardımı yapıyorsa zamanla her tür yardım dahi kınanır hale gelir. İslamî tutumda ise bunu bir İslam düşmanı dahi yapıyorsa eylemin kendisi kınanmaz, eylemin niyeti sorgulanır, eleştiri bu niyete yöneltilir. Bu, ince ama çok önemli bir husustur.
Bugünkü siyasi ortam, Batılı bir zihniyetin etkisinde geliştiğinden muhalefet, yönetenlerin yanlış veya doğru her tutumunu eleştiriyor. Bu tutum eleştirinin, eksikleri tamamlama, yanlışları giderme, fikirleri derinleştirme, eylemleri güzelleştirme, hakikate ulaştırma gibi işlevlerini ortadan kaldırıyor; eleştiriyi hikmetsiz ve çirkin bir yapıya büründürüyor. Öyle ki İslamî bir tutum içinde olanın eleştiride bulunması adeta “kabih(çirkin)” görülüyor.
Oysa İslamî eleştiri, bu kabihlikten uzaktır. İslamî eleştiri, emri bil maruf nehyi anil münker esası ile birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmeye dayanıyor.
Hakkı inşa, batılı izale etmeye dayanan ihya edici bir eleştiri tarzıdır bu. Yönetenlerin yanlışa sapmalarını önlemek, doğrularını artırmalarını sağlamak için elzem bir tarzdır. Asıl bu eleştiriyi kınamak, hakkın unutulmasına, yanlışların artmasına, doğru eylemlerin azalmasına yol açacak, kabih ve tehlikeli bir hâldir; gayri İslamî bir tutumdur.
Müslüman eleştirecek ama İslamî ölçüler içinde eleştirecek. Müslüman eleştirecek ama eleştirisini hangi amaçla yaptığını beyan edecek, kendi eleştirisi ile batıl-Batılı eleştiri arasındaki farkı ortaya koyacak.
Müslüman, Batinî, Bedevi, kırıcı-yıkıcı veya sosyalist grupların yaptığı gibi eleştiriyi gaye haline getirmeyecek. Bunu gaye haline getirmediğini hem eleştirdiği kişiler hem halk nezdinde belli edecek.
Zira eleştiri gaye haline gelince, terakki durur. Dili çok işleyen toplulukların genellikle amelleri zayıftır. Eleştiriyi iş edinen topluluklar ise ebediyen iktidar olmama cezasına mahkûmdur.
Eleştiri, siyasi ortamda, benzer topluluğa yönelik ve yıkıcı olduğunda sahibine asla saygınlık kazandırmaz, makam da vermez. Ancak, benzer olanın her eylemini onaylamış görünmek de İslamî olarak görülemez. Yapıcı eleştiri, bunun farkında olarak tutulan orta yoldur, adil eleştiridir. Adil eleştiri, eleştirileni düzeltir; eleştireni yüceltir.
Kimse ölçüsüz eleştiri ile kazanmamış ve hiç kimse adil eleştiride bulunduğu için kaybetmemiştir. İslam, ahkâmına güvenene her konuda kazandırdığı gibi eleştiri konusunda da ahkamına güvenene kazandırır.
İslam'a hizmet edenler, İslamî ölçülerin ön gördüğü yapıcı eleştiriyle yetindiğinde daima kazanır; gayri İslamî eleştiri tarzına yöneldiğinde kaybeder.