Yeni Zelanda'daki menfur ve melun katliama verilen tepkilerde kullanılan dilden başlamak istiyorum. 49 masum insanın şehadeti nasıl da hak ile batılı birbirinden ayırdı, hem de kalın bir çizgi ile... Fakat bana öyle geliyor ki, bu yangınlarda canları yanan Müslümanlar olarak yine de çizgimizi karıştırdığımız ve çizginin batıl tarafında durduğumuz da oluyor. İşte bu zilletten kurtulamayışımızın nedenlerinden biri de budur.
Dünyanın bütün Müslümanları olarak telin ettiğimiz bu Yeni Zelanda'daki vahşetle de bir kez daha aynel yakin, hakkal yakin ve ilmel yakin olarak anladık ki, küfür tek millettir. Buna karşılık kendimize baktığımızda ise gördüğümüz manzara maalesef kelimenin tam anlamı ile bir zillettir: Kur'an'da belirtildiği duruşuyla Hz. İbrahim (as) gibi her birimiz tek başımıza birer ümmetiz miyiz? Peki, neden, neden, neden? İşte cevabını tez elden vermemiz gereken soru budur. Eğer bu sorunun cevabını doğru veremezsek, giderek artacağı tahminlerden de öte muhakkak gibi görülen bu vahşetleri önlemeye gücümüz yetmeyecek, yapacağımız şey, her defasında yanan kardeşlerimiz için üç beş göz yaşı dökmekten öteye gitmeyecektir.
Öyleyse, madem dumanın çıktığı her yerde yananlar Müslümanlardır, bu yerleri birer birer tespit etmeli ve yakanların yüzüne yakından bakmalıyız. Kimdir bu katiller?
Bugünden geriye yüzyıllık bir tarihe şöyle dönüp yangının çıktığı yerlere bir göz atalım. Ondan da yüz yıl öncesinden başlatılan yangınlar yaka yaka geliyor ve Müslümanların yüzlerce yıllık bir kalesi olan Osmanlı'yı yıkmaya muvaffak oluyor. Ondan sonra çil yavruları gibi dağılan Müslümanlar sınırlarını ve rejimlerini kendilerinin belirlemediği milli devletlere bölünüyorlar. Küffarın tecavüzünden ve yangınlarından kurtulduk derken, bu kez de yaşadıkları ülkelerde benzer zulümleri görmeye başladılar.
Azerbeycan'lı büyük şair Bahtiyar Vahapzade, bu yazıya başlık yaptığımız dizeyi yazdığında, Müslümanlar sadece Rusların işgal edip yaktıkları yerlerde yananlardan ibaret değildi. Dünyanın neresinde Müslüman varsa, oralarda dumanlarla birlikte yükselen çığlıklar Müslümanlarındı.
19. yüzyılın sonları ile 20. Yüzyılın başlarında yaşayan Akif'i de tıpkı Vahapzade gibi şahit olduklarından hareketle bağrı yanık haykırışlarıyla tanıyoruz.
Ama Mehmet Akif, çok daha fazlasına şahit oldu. En acıtanı da belki kendisine şiir adadığı milletinden koparılmak idi. Çünkü evvela "tek dişi kalmış canavarın" 5 milyondan fazla Müslümanı nasıl yuttuğuna şahit oldu, sonrasında da kendi şiirini adadığı milletinden koparıldı. Yazdığı şiiri devletin milli marşı olarak kabul eden idareciler her resmi törende okudular, okuttular, ama kendisine ve onun gibilerine tahammül edemediler. Bu tahammülsüzlükleri kimilerini silahla, kimilerini fare zehriyle katletmeye ve kimilerini de darağaçlarına çekmeye kadar varınca, o da soluğu Mısır'da alır.
Bugün Akif'ten 100 yıl sonra yaşıyoruz, ama bir arpa boyu yol aldığımızı söyleyemiyoruz. Çünkü yükümlülüklerimizi yerine getirmiyoruz. Ayrıca eski zaaflarımıza yenilerini de eklemişiz. Örneğin, bizim Kur'an'a inat edercesine birbirimize karşı uyguladığımız şiddet, birbirimize beslediğimiz merhametten daha fazladır. Ki bu şiddet sadece bedeni ortadan kaldırmakla da sınırlı değil; hırsızlıktan yolsuzluğa, rüşvetten adam kayırmaya, gıybetten yalan ve iftiraya kadar envaiçeşit hakkı gasp ediyoruz. Biz birbirimize karşı "emin" olamadığımız gibi, kanımızdan ve malımızdan beslenen devletlerimizin bize şiddetleri de şefkatlerinden kat be kat fazladır.
Şahit olduğumuz son 40 yılda dünya genelinde verdiğimiz kayıp, Birinci Dünya Savaşı'ndaki kaybımızın en az iki katıdır. Sadece Suriye'de öldürülenlerin günlere dağılımı yapıldığında, bir güne düşen kayıp 193 kişidir. Buna bir de yine Büyük Şeytan Amerika'nın, küçük şeytanların ve Müslümanlara tahakküm eden diktatörlerin öldürdüklerini kattığımızda, bu sayı birkaç katına çıkmaktadır. Öyle bir haldeyiz ki, kâfirlerin her gün artan zulmünü az görmüşçesine bir de biz zulümde birbirimizle yarışıyoruz. Bunun adı zillete ve gazaba bizzat talip olmak değil mi?