Geçen yıl, yani 30 Mart 2014 tarihi öncesine denk gelen Newroz'da tam bir barış havası estirildi. Tabii konu barış olunca, herkeste bir rahatlama ve huzuru bozmama durumu hâsıl oluyor. Zamanlamanın seçimlerden önceye denk gelmesi de manidardır. Her seçim öncesindeki Newroz'larda, bu şekilde barış konuşmalarının yapılması, acaba seçim manevraları mı yapılıyor sorularına neden oluyor.
Hemen herkesin ittifak ettiği konu, Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin mahrum, mağdur ve muzlum olduğudur. Yıllarca süren baskı ve sistematik işkenceler, tabiri caizse Kürtleri zıvanadan çıkarıp, PKK gibi şiddette sınır tanımayan bir canavar oluşturdu.
Cumhuriyet kurulalı o kadar uzun bir süre olmadı. Bu zulümlere tanıklık eden insanlarımız, yaşadıklarını anlattıklarında, nefesler tutularak dinlenmektedir. Bu anlamda 1989 yılında Cizre'nin Yeşilyurt köyüne gelen güvenlik kuvvetlerinin, köylülere dışkı yedirmesini örnek olarak vermek yeterlidir sanırım.
İş öyle bir kerteye vardı ki, Nakşi ve Şafii olarak İslam'ın iliklerine kadar işlediği Kürtler, laik ve seküler bir yaşamı benimser hale getirildi. Fakat işin garip tarafı; Kürtleri kurtaracağım, zulmü sonlandıracağım diye ortaya atılan PKK'nin, yine bu mazlum, mahrum ve mağdur halka aynı zulümleri yapmasıdır.
Kürtler arasında meşhur olan bir darb-ı mesel var. Adamın çocuğu altını ıslatıyormuş. Okuyup, üfletmek üzere hocaya götürmüş. Okunan çocuk bu kez altını pisletmeye başlamış. Ertesi günü köylü çocuğunun elinden tutarak, hocaya getirmiş ve “Hoca, çocuğu eski durumuna getir, ben altını ıslatmasına razıyım” demiş.
Biz Kürtlerde de durum aynı. Yani ortada bir zalim varken, PKK ikinci zalim konumuna geldi. Neredeyse Kürtler, “Bizler TC'nin zulmüne razıydık” deme noktasına getirildiler.
Halkın ne kadar bezmiş, sinmiş ve huzuru arar olduğunu her iki taraf da görüyor. Yoksa yıllarını şiddetle geçiren ve tabiri caizse kandan beslenen PKK'nin böyle barış havarisi kesilmesi, eşyanın tabiatına terstir.
TC ve PKK'nin geldikleri nokta şudur: PKK, TSK'yı silahla mağlup edemeyeceğini, sadece meşgul edeceğini, yani baş ağrıtmaktan başka bir şey yapamayacağını görüyor ve biliyor. Türkiye açısından ise manzara şöyledir: “Kürtler silah zoruyla ülkeye adapte olmazlar. Gönüllü bir adaptasyon sağlanamazsa, baş ağrıtmaya devam ederler. 30 yıldır uğraştığımız Kürtlerin gönlünü kazanmaktan başka çıkar yol yok.”
Fakat işin bir de gündelik siyaset yönü var. Malum, Türkiye 7 Haziran 2015'te genel seçimlere gidecek. AK Parti ve HDP alacakları oyları hesaba katıp, manevra yapıyorlar. Dediğim gibi her iki taraf da şu anki konjonktürün barıştan yana olduğunu görüyor. Huzuru bozan tarafın halkın vicdanında mahkum olacağının da bilincindeler. Bu nedenle barıştan yana tavır geliştirme zorunluluğunu hissediyorlar.
Kısacası 30 Mart 2014 tarihi öncesine denk gelen Newroz, PKK'nin barış havası estirmesi ve halk nezdinde karşılık bulan bu argümanı geliştirmesi açısından iyi bir propaganda malzemesi oldu. 21 Mart'tan 9 gün sonra girilen seçimde estirdiği bu barış havasının sonuçlarını sandıkta devşirdi.
Bu yıl da benzer bir durum yaşanıyor. 7 Haziran seçimlerinden önce, geçen hafta Diyarbakır'daki Newroz kutlamasında aynı mesajlarla halkın huzuruna çıktılar.
Bütün gelişmelere rağmen ortada şöyle bir sorun var. 21 Mart 2014'ten sonra PKK kısmi bir eylemsizlik sürecine girdi. Ancak halk bunu hiç hissetmedi. Çünkü PKK halkı veya tabanını kaybetmekten korkuyor. Hatta en çok bu duruma kafa yoruyorlar.
Bu nedenle güvenlik kuvvetlerine çeviremediği namlularını, kendilerine muhalif veya muhalif olmaya aday Kürtlerin ensesinden hiç indirmediler. Çünkü namluyu indirdikleri an, kendileri açısından halkın aslına/özüne dönme tehlikesi ile karşı karşıya kalıyorlar. Kendilerince şu sonuca varmış durumdalar: Halkta bir dalgalanma veya kırılma yaşanmaması için namluların enselerinde hissedilmesi gerekmektedir. Muhtemelen bu seçimde de aynı yönteme başvuracaklar.
2014 Newroz'u ile 2015 Newroz'u arasında meydana gelen olaylar göz önüne alındığında, ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.