Zıtlıkların kapışma alanı olan şu yerkürede düşman veya hasımların birbirlerinin açığını gediğini yakalamaya çalışmasından daha doğal ne olabilir?
Belki de hasmının zaaflarını, eksiğini, açığını kollamayan bir hasma hayret etmek lazımdır.
Hele bu hasımlardan biri hasımlarına karşı ezeli bir düşmanlık içine girmiş ve bu düşmanlığı hiç azaltmayacak bir harisliğe sahip ve sürekli hile ve desiseleriyle alan kapma yarışına giriyorsa diğer hasımların onun tuzak ve aldatmalarına karşı rahat bir tavır sergilemesi, nemelazımcı bir pozisyon alması mümkün değildir.
Âdem/insanlık serüveninin başladığı günden insanın adamlık/istikamet yolunda duran baş düşman, asıl hasım ve hilekâr rakip şeytanın her an açık kollayan, vesveseci duruşunu ihmal etmesi akıl karı değildir. Bir de bu düşmanın ins ve cinlerden teşekkül bir aldanmışlar ve aldatmaya şeytandan daha şeytancı ordusu varsa o zaman ‘iman, İslam’ safında teslimiyet ve güzel ahlakı seçenlerin daha bir uyanık ve dikkatli olması lazımdır.
Birkaç yüzyıldır medeniyet, modernizm gibi süslü kavramların aldatıcı cazibesine kapılıp dünyacı bir havaya giren Müslümanların bu gafletinden alabildiğine istifade eden şeytan ve aveneleri bize ait olan değer ve kavramları alt üst ettiler. Bizim olmayan renklerin boyalarını gönül ve zihin duvarımıza sürdüler. Artık onlara ait kavramlarla düşünmek, yaşamak; onların beğendiği renklerle hayatımızı süslemek olmazsa olmazlar arasına girdi. Bunu görmek çok zor olmasa gerek...
İsterseniz herhangi birkaç kişiye ‘ümmet mi, kavim mi?’ ‘şeriat mı, demokrasi mi?’ ‘medrese mi, mektep mi?’ sorularını yöneltelim. Emin olun ki ilk tercihi seçenler %10’u geçmeyecektir.
Bu algı operasyonunun sonuçları olacak ki, koskoca bir İslam coğrafyasında sineğin ısırmasından kaçan bizler, akrebin ısırmasına ses çıkaramaz olduk. Sinek ısırmalarını o kadar abarttık ki, akrep ısırmalarının zehrini tedaviye koşanları ‘Niçin sinek ısırmalarını görmüyorsun?’ diye suçlar ve dışlar olduk.
Elbette insanın canını acıtan, bedenini rahatsız eden her sıkıntı, zorluk önemsenmeli ve onun izalesine çalışılmalıdır; ama tedavide hastalığın şiddet ve derecesine bağlı öncelliği de göz ardı etmemek lazımdır.
Bir nezle vakasıyla bir astım vakası, bir göğüs sıkıştırmasıyla bir kanser teşhisi, bir bıçak kesiğiyle bir kurşun yarasının bir tutulması veya birincilerin ikincilerin önüne geçirilmesinin bahsi bile gülünçtür.
Yılan gibi zehirli bir hayvanın başı dururken kuyruğunu koparmak, ahtapot gibi çok kollu bir hayvanın başını bırakıp tek tek kollarıyla uğraşmak boşa kürek sallamak değil de nedir?
Yılanın başını ezeceksin, ahtapotun kafasını koparacaksın ki kuyruklar ve kollar zaten işlevsiz kalır; ama aksi durumda o baş kısa sürede yeni kuyruklar ve kollar oluşturacaktır.
Bugün ümmetin kalbine saplanmış paslı bir hançer, ciğerlerine işlemiş bir kanser hücresi, gönüllere sürekli fitne eken bir dessas olduğundan şüphe edilmeyen İsrail gibi asıl, işlevsel ve yönetsel bir düşman dururken tali, aletsel ve yönetilen bir konumda olan lokal hasımlarla uğraşmak güç kırılması, safların ayrıştırılması değil de nedir?
Kavanoza büyük taşları yerleştiren adam, kalan boşluklara sırasıyla çakıl taşlarını, kumu ve suyu da yerleştirebilmiştir; ama aynı kavanoza tersten bir yerleştirme çabası asla sağlıklı sonuç vermeyecektir.
İlahi fermanla ‘etrafı mübarek kılınan bir belde’, Peygamberi pratikle ‘ilk kıble nasibi bir cihet’, jeopolitik bir konumla ‘Ortadoğu’nun kalbi bir mekân’, siyasi bir yaklaşımla ‘üç büyük dinin kutsalı bir şehir’ olan Kudüs/Mescid-i Aksa işgal altındayken, dünyaya fitne pompalayanların potinleri altında inlerken, ‘Irak, Suriye, Mısır, Kürdistan’da var olan işgal ve kıyımların bire bir arkasında duran israilsin kibirli gölgesi Filistin’de dururken ‘Niçin Filistin, niçin Mescid-i Aksa?’ dediğimiz anlaşılmadı mı?