Günümüzde İran’ın nükleer çalışmaları üzerinden devam eden “İran-ABD geriliminin” asıl dayandığı nokta, 1979 yılında gerçekleşen İslam devrimi olmuştu.
ABD, israil ve Batılı müttefikler için “sistem dışı” bir devletin nükleer güç olmasına verilen aşırı reaksiyonu anlamak mümkün olsa da nükleer sorun İran’la süren gerginlikler silsilesinin sadece son halkasını oluşturmaktadır.
Nükleer pazarlık üzerinden daha fazla gerginleşen ilişkiler, son zamanlara kadar İran’a askeri müdahale seçeneğini bile ön sıralara çekerken Cumhurbaşkanlığı koltuğuna “ılımlı” diye tasvir edilen Ruhani’nin oturması ve Batı’ya sıcak mesajlar vermesi, İran-ABD ilişkilerinde yeni bir döneme girileceği tartışmalarını da beraberinde getiriyordu. Son BM toplantıları kapsamında ABD’ye giden Ruhani’nin Obama ile telefon görüşmesi yapması ve öncesinde dışişleri bakanları arasında gerçekleşen görüşmeler dünyada epey yankı uyandırırken iki ülkenin yeni bir bölgesel işbirliğine gidebilecekleri yönünde yorumları da beraberinde getirdi.
İki ülkenin yığınca sorunlara rağmen ne ölçüde işbirliğine gidecekleri henüz meçhuldür. Ancak sadece yorum düzeyinde kalan “işbirliği” söylentileri bazı ülkelerde olumlu karşılanırken israil ve varlıklarını ABD-İran gerginliğine borçlu olan kimi Arap devletlerinde kaygı, hatta panik oluşturmaya başladı.
Elbette selefine nazaran Ruhani daha “uzlaşmacı” bir üslup takınmaktadır. Ancak bu üslup, Ruhani’ye atfedilen “ılımlı” kişilikten ziyade İran’ın denge politikasını gözeten “döneme göre Cumhurbaşkanı profili” politikasıyla daha çok alakalı bulunmaktadır.
İran, kendini daha fazla saldırı tehdidi altında gördüğü dönemlerde “radikal”, bölgesel politikalarda üstün gördüğü dönemlerde ise “ılımlı” Cumhurbaşkanı profiliyle diplomasi sahnesine çıkmayı sürekli uygulayan bir ülkedir.
Evvela şunu vurgulayalım ki Obama ile Ruhani üzerinden alışılmışın dışına çıkan ABD-İran ilişkisinde her ne kadar “nükleer pazarlık” üzerine yorumlar yapılıyor olsa da asıl meseleyi Suriye’deki sorun teşkil etmektedir.
Suriye’de süren kaos tablosunun iki boyutu vardı. Bir tanesi, Suriye içerisinde yıkım, göç ve katliamlarla ifadesini bulan insani felaket; öbürü ise yerel, bölgesel ve küresel aktörlerin Suriye üzerinden kıran kırana sürdürdükleri diplomatik üstünlük mücadelesi idi. Çünkü üstünlük sağlayacak taraf, aynı zamanda Suriye üzerinden yapılmak istenen dizayn politikalarının da asıl belirleyicisi olacaktı. Üstünlük pozisyonunun tescili ise Esad yönetiminin düşürülmesinde düğümlenmekteydi. Dolayısıyla buradan bakıldığında ABD’nin belirleyici olduğu tarafın “Esad mutlaka gitmeli” tezine karşı İran’ın da içinde bulunduğu tarafın deyim yerindeyse “Esad’ı yedirtmeyiz” tavrı, bugünkü İran-ABD kısmi diyalogunun temel gerekçesine ışık tutmuş olmaktadır.
ABD ile Rusya’nın Suriye’deki kimyasal silahlar konusunda anlaşmaya varmaları, Obama yönetimi açısından bir yönüyle israil’in kaygılarını ortadan kaldırmaya dönük bir başarı olsa da diğer yönüyle Amerika’nın artık Suriye’ye askeri müdahalede bulunma ihtimalini ortadan kaldırarak siyasi çözüm çağrılarına boyun eğmesini beraberinde getirmiştir. Müstakbel Cenevre görüşmeleri ile start alması düşünülen siyasi çözüm arayışlarında ise İran’ın olmazsa olmaz bir üstünlük pozisyonuna yükseldiği gerçeği artık görmezden gelinemezdi.
Suriye’deki çatışmalı süreçte yüzbinlerce insan öldü, milyonlarcası göç etmek durumunda kaldı, ülke harabeye döndü. Ne var ki Suriye’deki iç dinamiklerden hiç birisi şu anda Suriye’nin geleceğini belirleyecek bir pozisyon elde edebilmiş değildir. Kısaca içerde kaybeden Suriye halkı olmuştur.
Ancak acı tablonun diğer bir yönü ise bu yıkımı dayatanların asıl önemsedikleri şeyin Suriye halkının geleceği değil, Suriye’nin bölgesel denklemde nasıl bir rol alabileceğine dönük manevraları olmuştur.
Diplomasi kulvarında kaybeden, ABD ve müttefikleri; kazanan ise Suriye yönetiminin geleneksel müttefikleri olmuştur. Diplomatik kazançta İran’ın payı ise azımsanmayacak ölçüdedir.
Kuseyr’deki çatışmalarda etkin rol oynayan Hizbullah’ın müdahalesinden sonra oluşan durumu Amerikan WSJ gazetesinde değerlendiren Daniel Namsan’ın “Eğer Suriye’de Hizbullah Kazanırsa” başlıklı yorumu, aslında bugünkü İran-ABD kısmi diyaloguna giden sürecin de şifrelerini barındırmaktaydı:
“Suriye’deki çıkmazın İran’ın bölgedeki gücünü tüketeceğini umanlar için uyanma vakti: Tahran ve müttefiki Hizbullah, Suriye’deki çatışmadan her zamankinden daha güçlenmiş olarak çıkacak.
…
Batı’nın Hizbullah’ın Suriye’de artmakta olan varlığının olası sonuçlarını tam olarak idrak edip etmediği şüpheli. Avrupa Birliği halen Hizbullah’ı terörist bir grup olarak kara listeye alıp almamayı düşünmeye devam ediyor ki bu tüm Avrupa Kıtası’nda grubun mali operasyonlarına muazzam bir zarar verecektir. Diğer yandan ABD, Suriyeli muhalifleri silahlandırma fikrine yeni yeni ısınmaya başladı.
Batılı stratejistler, yaklaşmakta olan Hizbullah tehdidinin önünü kesmektense hangi muhalif grubun silahlandırılacağı ya da Esad’ın yerini hangi rejimin alacağıyla uğraşıyor. Hizbullah’ın müdahalesi kontrol altına alınmazsa bu soruların konu dışı kalacağını anlayamıyorlar.”
Nisman’a göre Hizbullah’ın önünün kesilmesi gerekiyordu. Aksi halde Tahran ve Hizbullah Suriye’deki çatışmalardan her zamankinden daha güçlü çıkacaklardı. İşte bugün Obama eğer Ruhani’yi telefonla aramak durumunda kalmışsa, tam da Nisman’ın dikkat çektiği durumun gerçekleşmiş olduğu gerçeğinin ortaya çıkmış olmasındandır. Kim ne derse desin, İran ile ABD’nin öncelikli pazarlık konusu artık ne İran’ın nükleer meselesi ne de “El Kaide tehlikesi”dir. Tamamen Suriye’nin bundan sonra nasıl bir hal alacağıyla ilgilidir. Bunun da anlamı, başka aktörler sahada olsa da artık Suriye’ye yön verecek sürecin tartışılmaz iki aktöründen biri Amerika ise öbürü de İran’dır ve İran’ın eli, an itibariyle Amerika’nın elinden daha güçlüdür. Diğer aktörlere düşen ise yanlış ata oynamış olmalarının cezasını çekmek olacaktır.
Suriye üzerinde ABD ile İran arasında yürütülecek bir pazarlıkta elbette başka sorunlu meseleler de pazarlık masasına konu olacaktır. Neticede siyasi pazarlıklar biraz da poker oyununu andırmakta ve taraflar başka türlü mevzular üzerinden daha fazla taviz koparma peşinde olacaktır. Bu bağlamda İran’ın nükleer meselesi ve iki tarafın da tehlike olarak gördüğü “El Kaide” meselesi de tarafların karşılıklı olarak kullanacakları birer kart işlevi görmesi kuvvetle muhtemeldir.
Dolayısıyla yakınlaşma, sadece İran’ın nükleer meselesi üzerinden yürümediği gibi kimilerinin iddia ettiği gibi sadece “El Kaide tehlikesi” üzerinden de yürümeyecektir. Kaldı ki son yumuşama sinyalleri, köklü bir geçmişe sahip geleneksel ABD-İran gerginliğini bertaraf etmeye dönük bir manevra olmamakla beraber belki yumuşatıcı bir etki yapabilecektir. Çünkü sorunlar o kadar çok, o kadar girifttir ki kısmi diyalog ya da birkaç “iyi niyet mesajları” ile çözülecek değildir.
İran-ABD diyalogundan dehşete kapılarak İran’ı taş yağmuruna tutan çevre ülkelerin onca çabaya rağmen Suriye meselesinin çözümünde nötr etkiye gerilemelerinin sebebi ise, bunun baş müttefikleri ABD tarafından da artık kabul görmüş olmasındandır. ABD’nin tavrına ses çıkaramayanların İran’ı taş yağmuruna tutmaları da kendileri için İran eleştirisinin masrafsız olmasındandır.