Takvimler 2000’li yıllara yaklaşırken PKK, kendisine yüklenen silahlı işlevlerin önemli bir bölümünü tamamlamıştı.
PKK, Tanzimat’tan o güne yaklaşık yüz elli yıldır inancından uzaklaştırılmaya, köklerinden koparılmaya direnen bir toplumu örselemiş, yormuş; “çağdaşlaşma” denen sosyal operasyona açık hale getirmişti.
PKK, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bütün hükümetler için adeta bir ütopya olan göçer topluluklarının yerleşik hayata geçirilmesine inanılmaz bir yol açmış; binlerce yılın başı dik Köçerlerini yaylarından, dağlarından etmiş, kasabaların kıyısına karaçi/çingene misali atmıştı.
PKK, adeta Türkiye’nin köyü kente taşıma rüyası için silah kullanmış; milyonlarca Kürdü/ Arabı yurtlarından etmiş; büyük şehirlerin varoşlarına sürgün edip “eritme potası”nın içine atmıştı.
PKK, inancı için silahlı isyanları bile göze alan bir halkı tehditle, zorbalıkla; camiye giden çocuğunu dövecek bir korkuya kaptırmış. İnanılması zor ama nice genci bizzat abdestli namazlı babasına camiye gidiyor, İslamî kitap okuyor diye dövdürtmüştü. O yörenin tarihinde belki Hz. İbrahim’den bu yana ilk kez aileler çocuklarını Müslümanlığından dolayı dövüyorlar, camiye gitmesinler diye bağlıyor, yetişkinlerinin sakallarını zorla kestiriyorlardı. İnsana yakınlarının eliyle işkence ettirmek… 1920’li yılların aktörleri, bunu yapmamışlardı. O yöre bunu hiç yaşamamıştı. Pek çok genç daha önce “Babam, namaz kılmıyorum diye bana tokat attı” derken artık açık açık namaz kıldıkları için, İslamî kitap okudukları için aileleri tarafından dövüldüklerini, ayaklarından bağlanarak falakaya yatırıldıklarını söylüyorlardı. Üstelik bunlar yaşanırken henüz PKK ile dindar kesim arasında tek bir çatışma yaşanmamış, bu kapsamda kimse kimseye bir kurşun sıkmamıştı.
PKK, Şeyh Said’den o güne silaha uzak duran dindar kesimi tedhiş etti; polisiye operasyonlara konu olacak bir alana zorlamıştı. Herhalde bu, 28 Şubat aktörlerinin PKK’den en büyük talebiydi. Belki en çok bunun için ona müteşekkirler ve hâlâ televizyon ekranlarında medyaları aracılığıyla ona sahip çıkıyorlar.
28 Şubat süreci, 1997’de başlamadı; belki beş yıl önce Bölge’de uygulamaya kondu; Batı illerindeki dindarlar o gün o yöre için bu uygulamalara mazeretler buldular, sessiz kaldılar, sonunda süreç kendilerine döndü. 28 Şubat resmi sürece girdiğinde, silahlı işlevini tamamladığı düşünülen PKK’den beklenen “ehilleşmesi” yeni vazife döneminde Müslüman Kürtleri siyaset yaparak İslamî köklerden koparması, onları İslamî gelişmelerin etki alanı dışına itmesi; Refah Partisi gibi partilerin iktidar ortağı olacakları bir oy tercihinden uzak tutmasıydı.
Ne yazık ki PKK’nin bu ikinci kullanılma evresi, muhafazakâr siyasetçilerin çoğu tarafından görülmedi ya da görülmek istenmedi. Onlara “Bir dönem hamile kadınların karnını deşerek ceninleri dahi öldüren bu örgütü bölgenin tek partisi haline getirecek kadar vicdansız olamazsınız” dendiğinde bu son derece iyi niyetli uyarıya gizli operasyonlarla karşılık verdiler.
Görmedikleri bir gerçek vardı: Stalinist gelenekte “demokratikleşme” yoktu. Bu gelenek hiçbir zaman “tek parti diktatörlüğü” eğiliminden vazgeçemezdi. Nitekim Doğu Avrupa, bu kadroları ancak tasfiye ederek (Çavuşesku’yu infaz ederek, Miloseviç’i hapislerde çürütüp canından ederek) demokratikleşme sürecine geçebildi.
Orta Asya’da ise Stalinist kafalar, İslamî gelişmeleri kontrol altında tutmak için hâlâ iktidarda tutuluyor; oralarda hayat Stalin günlerinde nasılsa bugün o yönde devam ediyor: Tek parti diktatörlüğü altındaki Tacikistan’da gençlerin camiye gitmesi yasak; Özbekistan’da zulmün haddi hesabı yok.
PKK’nin demokratikleşme fotoğrafı “Rojava”daki uygulamalarıdır. PKK, orada Stalin’in Rusya’da yaptıklarına, halk deyişiyle rahmet okutuyor. Dileyenler, oradan gelen hatta dindar da olmayan biriyle oturup beş dakika konuşabilir. Bolşevizmin nasıl hortlatıldığını bizzat öğrenebilir.
Diyarbakır, Batman, Siirt bir yana İstanbul’un slum ve varoşlarında bile PKK en az üç yıldır taraftarlarına “Bizden olmayanların evlerini, işyerlerini yakmak, gerekirse onları içinde diri diri yakmak hakkımızdır, onların yüzünden devlet olamıyoruz” hunharlığını aşılıyor. Konuyu Kobani’ye bağlayanlar, bu semtler yanı başınızda, bir “hemşehri derneği”nde oturur, bu örgütün sempatizanlarını dinlerseniz “yakma psikolojisi”nin nereden geldiğini anlarsınız.
Bir gazeteci, Komişlo’da eş başkan kadın militana sokaklardaki Öcalan resimleri abartısını soruyor. Kadın militanın sözleri Stalin günlerini aratmıyor. “Toplumun kaybettiği manevi yanı Öcalan dolduruyor” diyor eş başkan.
Türkiye için Öcalan’a umut bağlayanlar, bu boşluk doldurma konusunda heveslerini süreçten sürekliliğe taşırlarsa Türkiye’ye yazık ederler.
Öcalan’la boşluk doldurmanın neticesi Komişlo’da iken Türkiye’yi yöneten hangi isim, bu inadı sürdürür? Buna ne vicdan razı olur?
PKK, “üçüncü vazife döneminde” bir kez daha dindar kesimi tedhiş ederek onları bir alana çekmeye çalışıyor. Uluslararası sistemden aldığı bu yöndeki emri yerine getirme beceresini göstermek için Yasinlerin bedenini bile yakıyor. Siz, hâlâ Öcalan üzerinden bir demokratikleşmeden söz ediyorsunuz. Bu eğiliminiz, Bölge’yi tek parti düzenine çekerse aradan beş yıl geçmez tüm Türkiye’yi tek parti günlerine götürecektir.
Bu gerçeği hâlâ görmeyecek misiniz?