Bilindiği gibi 15 Temmuz 2016’da, ABD ve diğer batılı devletlerin desteklediği FETÖ’cü darbe girişiminden altı gün sonra, Anayasanın 120.* Maddesine dayanılarak, Türkiye genelinde Olağanüstü Hal ilan edildi. Darbe girişimiyle FETÖ’nün Ordu, Emniyet, Yargı ve Milli Eğitim başta olmak üzere devlet kurumlarında ahtapot gibi nasıl bir kadrolaşma içine girip adeta devleti ele geçirdiği gerçeği ortaya çıktı. Batı destekli bu ajan örgütün, devlette tek hakim güç olabilmek için, özellikle yargı ve emniyeti kullanarak kendileri dışındaki yapılara karşı kumpaslar kurup şantaj yaparak, etkisiz hale getirmeye çalıştıkları ve devlette etkin bir duruma geldikleri biliniyordu.
Ancak ordu içinde darbeye teşebbüs edecek kadar, bu denli güçlü olduklarını kimse beklemiyordu. İktidarın OHAL’i ilan etme gerekçesi, FETÖ yapılanmasını devlet içinden tamamen temizlemek ve kendileri için tehlike olmaktan çıkarmaktı. OHAL sayesinde daha hızlı karar alma imkanı olacaktı. En azından Hükümetin öne sürdüğü gerekçe buydu.
OHAL ilanından sonra hem Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem de Başbakan Binali Yıldırım vatandaşın OHAL’den etkilenmeyeceği, OHAL’in devlete karşı ilan edildiğini ifade etmişlerdi. Çünkü darbeye yeltenenler ve bir çok insanın ölümüne ve yaralanmasına sebep olanlar bizatihi devlet görevlileriydi. Ancak geçen süre zarfında yaşanan mağduriyetler, keyfi bazı uygulamalar yüzünden, olayların seyri hiçte bu şekilde gelişmediği görüldü.
FETÖ ile alakası olmayan kişilerinde işlerinden atılarak mağdur edildiği biliniyor. Bazı insanlar ise, sırf Bank Asya’da hesabı olduğu veya bir dönem sohbetlerine katıldığı için görevlerinden ihraç edilmişlerdir. Zamanında devletin bütün imkanları bunlara tahsis edildiği için, bir çok insan bunlara yanaşmış, ya ticareti için, ya da iş güç sahibi olsunlar diye çocuklarını okullarına göndererek onlara bulaşmışlardır. Eğer bu mantıkla gidilecekse, şu anda iktidarda olanların tamamı FETÖ ile işbirliği suçlamasıyla ceza alabilir. Çünkü devletin bütün imkanlarını onların emrine veren iktidardı. Ancak şimdiye kadar FETÖ’nün siyasi ayağıyla ilgili elle tutulur, gözle görülür bir gelişme olmamıştır. Özellikle Ak Parti içindeki FETÖ’cülere yönelik, ciddi bir operasyon yapıldığını duyan olmadı şimdiye kadar!
Bir diğer konu da “güvenlik soruşturması” adı altında devlet kurumlarında işe yerleşmek isteyenlerin yaşadığı mağduriyetlerdir. Bu soruşturmalar bazen aylarca sürmekte, ailesinden birisi dahi daha önce herhangi bir siyasi görüşten dolayı fişlenmişse, bu kişilerin güvenlik soruşturmaları olumsuz sonuçlanmaktadır. Halbuki hukukta suçun şahsiliği ilkesi geçerlidir. Hiç kimseye işlemediği bir suç nedeniyle ceza verilmemesi esastır. Anayasanın “Suç ve cezalara ilişkin esaslar” başlıklı 38. maddesinin 7. fıkrasında yer alan “Ceza sorumluluğu şahsidir” düzenlemesi, Ceza Hukuku’nda cezaların şahsiliği ilkesinin kabul edildiğini göstermektedir. Ayrıca 5237 sayılı Ceza Kanunu’nun “Ceza Sorumluluğunun Esasları” başlıklı ikinci kısmında yer alan 20. maddede “Ceza sorumluluğu şahsidir. Kimse başkasının fiilinden dolayı sorumlu tutulamaz.” şeklindeki hükümle de anayasada yer alan düzenleme yinelenmiştir. Cezanın şahsiliği ilkesi uluslararası metinlerde de kabul edilmiştir. Ancak burada kişiler, yakınları daha önce devlet tarafından sakıncalı olarak fişlenmişse, deyim yerindeyse onların ateşinde yanmakta ve önemli evrensel hukuki bir kaide ihlal edilmektedir.
En önemli mağduriyetlerden birisi de devlet kurumlarında işe yerleşmede veya bulunduğu işte yükselmede KPSS veya merkezi sınavların yanında getirilen mülakat (sözlü sınav) uygulamasıdır. Aslında bu ülkede mülakat demek torpil demektir. İşin gerçeği budur.
Örnek olarak son yapılan Milli Eğitim Bakanlığı müdür ve müdür yardımcılığı mülakatlarında, Diyarbakır'da, Ak Partili Diyarbakır milletvekillerinin referansıyla en son atanan İl Milli Eğitim Müdür Yardımcılarından biri, “Hüdaparlı olanların evraklarını iyice kontrol edin, en ufak bir eksiklikleri varsa eleyin” diye açıkça beyanda bulunarak, tarafsız olmadığını bir partiye karşı önyargılı ve kinle dolu olduğunu ortaya koymuştur. Bu kişi aynı zamanda mülakatı yapan sınav komisyonlarından birinin başkanıdır. Ak Partili Diyarbakır vekillerinden birinin de; “Hüdapar’a yakın olanlara düşük puan verilsin” şeklinde ifadeler kullandığı iddia ediliyor. Bunun yanında aynı Ak Partili Diyarbakır milletvekillerinin referans oldukları iddia edilen ve partilerinin rakibi olan başka bir partiye yakın oldukları bilinen bazı kişilere de yüksek puanlar verildiği belirtiliyor.
Diğer bir örnek, yine aynı şekilde Diyarbakır'da, ilk açıklanan müdür yardımcılığı mülakatında 97 puan alan bir öğretmen, itirazlar sonuçlandıktan sonra puanı 94'e indirilmiştir. Söz konusu öğretmen ilk açıklanan sonuçlara itiraz etmediği halde, gizli bir el devreye girerek, kendi adamlarını öne geçirmek için, öğretmenin puanı usulsüz bir şekilde düşürülmüştür. mağdur öğretmen buna itiraz ettiğinde ise, "daha önce verilen puan sehven verilmiştir" denilerek gülünç bir bahane ileri sürülmüştür. Verilen bu örneklerden de görüldüğü gibi, getirilen bu mülakat sistemi, siyasilerin veya bazı etkili ve yetkili kişilerin insafına kalmış bir uygulama olup, tam bir haksızlık ve adaletsizlik mekanizmasına dönüşmüştür.
Dolayısıyla bir çok insan getirilen bu mülakat sistemi yüzünden karamsarlığa düşmüştür. “KPSS’de yüksek puan alsam dahi, nasıl olsa mülakatta torpilim olmadığı için kazanamayacağım” deyip çalışmaktan vazgeçen insan sayısı az değildir. Devlette dayısı olmayanın bundan sonra işe girmesi zorlaşmıştır. Onun için en adil olanı görevde yükselmenin ve işe alımların merkezi sınavlarla yapılmasıdır.
Olağanüstü hal şartlarında dahi hukukun temel prensiplerinden vazgeçilmemesi ve keyfi davranılmaması gerekir. Hak ve adalet bir toplumda olmazsa olmazlardandır. Bunun tersi olduğu takdirde kaosun çıkması kaçınılmazdır. İnsanların birbirlerine veya kendilerini yönetenlere karşı güvenlerini yitirmesi, bir toplum için en tehlikeli gelişmelerden biridir. Şu anda zaten belli bir aşamaya gelen bu güvensizlik ve insanlarda, ülkede kural ve kaide kalmadığı inancı gittikçe yaygınlaşmaktadır. Bunun ortadan kaldırılması için, idareyi elinde bulunduranların, ivedi olarak harekete geçip hak ve adalet temelinde, gerekli adımları atmaları elzemdir.
*Anayasanın 120. Maddesinde; ”Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddî belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması hallerinde, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Millî Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilân edebilir.