Genelde İslam dünyası, özelde Türkiye'nin batı dünyası ile kurduğu ilişki tarzı hep sorunlu olmuştur. Batılılaşma uğruna yapılan yanlışlar, verilen gereksiz tavizler eleştiri almıştır. Türkiye'deki batı taraftarları ile bunların karşısında yer alanlar arasındaki mücadele çok sert geçmiş ve hâlen da bitmiş değildir. Anlaşılan o ki bu mücadele daha da devam edecektir.
Batılılaşma konusu hakkında çok şeyler söylenmiş, yazılmış ve yapılmış elbette. Osmanlı'nın son dönemleri bu konudaki fikri mücadelelerin yoğun yaşandığı dönemlerdir. Doğu ve batı kadar birbirine ters ve uzak bu iki zıt kutbun fikri faaliyetleri siyasi arenaya da yansımıştır. Ana hatlarıyla Batıcılar ve İslamcılar diye adlandırılan bu iki akımın mücadelesi batıcıların Cumhuriyet döneminde bir tür askeri darbe ve zorbalıkla yönetime el koymaları ile sonuçlanmıştır. Batıcıların zafer bulduğu bu dönemde İslamcılara ve İslam'a ait her şeye savaş açılmıştır. Bu savaş 1950'lere kadar acımasız bir tarzda yürütülmüştür. Çok partili dönemde halk, Kemalist rejimin temsilcisi olan partiyi iktidara getirmemişse de mevcut batıcı sistem savunma konumunda devam etmiştir. Yani Kemalist zihniyet devletin ana omurgasını hep elinde tutmuştur. Mevcut statükoyu korumak ve devam ettirmek için her on yılda bir askeri darbe yapılmıştır. Yapılan bu darbelere rağmen halkın kahir ekseriyeti batıcılığı ve batıcıları sevmemiş ve desteklememiştir.
Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber batıcılığı bir medeniyet değeri ve ölçüsü olarak kabul etmemiz gerektiği, bunun dışında bir seçeneğin hiçbir şansının olamayacağını iddia eden batı yanlısı düşüncenin sahipleri kendilerini ülkenin ve milletin efendisi saymışlardır. Yeni bir ulus yaratmak iddiası ile eskiye ait İslami, tarihi, kültürel her şey hedef alınmış, mahkum edilmiştir. Türkiye'deki sosyal ve siyasal yapı başta olmak üzere devletin ve toplumsal hayatın her alanı batılı normlara göre dizayn edilmiştir. Asırlar öncesine ait her şey acımasızca yok edilmiş, hayattan çıkarılmıştır.
Bu kapsamlı tahribatın üzerinden yıllar geçmesine rağmen iddia edilen hedeflere ulaşılamamıştır. Ne toplum, ne de ülke, içinde bulunduğu sefaletten kurtulamamıştır. Başka bir şekilde ifade etmeye çalışırsak batıcılık mayası tutmamıştır.
Yaptığımız onca değişikliklere rağmen batılıların takdir ve sevgisine de mazhar olamadık. Batıya her alanda verilen tavizler ve ayrıcalıklar karşısında elimize bir şey geçmediği gibi elimizde mevcut olanı da kaybettik. Kendimize yabancılaştık, coğrafyamıza küstük,tarihimizi üzdük.İnancımızı ve kültürümüzü etkisiz hale getirdik.Bir haçlı paktı sayılan NATO'ya üyeliğimiz, batılı değerler uğruna Kore'de savaşmamız, ülkeyi batının askeri bir üssü olarak kullandırmamız ve hatta bu uğurda komşu ülkelerin çoğuyla ciddi sorunlar yaşamamız bile beş paraya değmedi. AB kapısında yarım asırdan fazla bir zamandır beklemenin ezikliğini ve öfkesini yaşıyorken ‘ancak bin yıl sonra katılabilirsiniz' azarını işittik. Hasılı yüz yıldan beri ne yaptıysak batılı olamadığımız gibi batılıların sevgi ve takdirine de mazhar olamadık. Ülkemizin iç işlerine dolaylı veya direk müdahale alışkanlığını sürdüren batı dünyası, 15 Temmuz'da planlarının akim kalmasıyla beraber şaşkına döndü.
Peki batılılaşma uğruna harcadığımız onca çabaya rağmen batı neden bizi kabul etmiyor? Kabul etmemesi bir yana sevmiyor ve nefret ediyor. Aslında batılılaşmanın neyi getirip neyi götürdüğü meselesini bir tarafa bırakıp bu sorunun cevabını aramamız gerekir.
Bence bu soruya cevap aramadan evvel ‘batı bizi sevmek mecburiyetinde midir?' diye sormak gerekir. Doğrusu tarihi iyi bilseydik ‘batı bizi niçin sevmiyor? şeklindeki saçma soruyu da sormaya gerek duymaz, böylesi bir beklenti içinde de hiç olmazdık. Batılı bizi niçin almayacağını, kabul etmeyeceğini çok iyi biliyor. Tarihe, coğrafyaya,sosyolojiye ve hatta matematiğe bakıyor ve bu bilimlerin ortaya koyduğu gerçekleri göz önünde bulundurarak bizim Avrupa ile birleşemeyeceğimiz sonucuna varıyor.Batı bu ilmi verilere dayanarak bizim batılı olamayacağımızı anlamışken biz hâla niçin Avrupalı olamayacağımızı ve onların neden bizi kabul etmediklerini anlamış değiliz;çünkü biz akla ve bilime göre hareket etmiyoruz.
Büyük ilim adamı İbn-i Haldun, güçsüz toplumların güçlüleri taklit ettiklerini isabetli bir şekilde dile getirmiş. İslam aleminin batıya karşıki taklitçi tavrının ortaya çıkmasında bu sosyolojik ve psikolojik olgunun önemli rol oynadığını kimse inkar edemez. Ne zaman kendimizden ve değerlerimizden ayrıldıysak gücümüzü kaybettik ve zayıf düştük. Karşımızda güçlü duran batıya karşı koplekslere girdik ve onları şuursuzca taklit ettik. Ne yazık ki geçen yüz yılımızı bu yanlışın peşinde tükettik, heba ettik. Ama artık yorulduk sanki. Delice aşkımızın bir karşılığını bulamamanın öfkesiyle ne yapacağımızı bilmez bir hale geldik.
Değerli mütefekkirimiz Cemil Meriç yıllar önce ‘Olimpos dağının çocukları Hira dağının evlatlarını asla kabullenmeyecekler' diyerek tarihi , coğrafi ve sosyolojik bir gerçeği net olarak ifade etmiştir.Şayet Hira dağının evlatları olduğumuzu anlayabilirsek mesele çözülecektir. Aksi durumda –Allah korusun- daha bin yıl kapıda bekleme tehlikesi var.