Yine soğuk bir kış günü arkadaşlarımla eğlence merkezlerinin birinden okul pansiyonuna doğru birbirimize takıla takıla gidiyorduk. Tam da okulun pansiyonunun bahçesine giriyorduk ki birden cebimden bir ses gelmeye başladı. Telefonum çalıyordu. Telefonu açtığımda duyduğum sela, ablamın ağlamaklı sesinden ve verilen haberden adeta üzerime kaynar sular dökülmüştü. Kendisini her ziyaret ettiğimde muhabbetine doyamadığım dedem vefat etmişti. Oysa oyun-eğlence, şakalaşma ve gülüşmelerin akışına bıraktığımız zaman değirmeninde ölümünde olacağını hiç düşünmemiştik.
Aslında şimdilik bunları düşünecek pek de vakit yoktu. Hemen şehirdeki amcamla iletişime geçip yola koyulmuştuk. Köye vardığımızda cenaze yıkanmış, kefenlenmiş ve kazma kürekle mezarı kazınmıştı. Tabutun içindeki dedemi alıp kabristana doğru yol aldık. Köylüler ve eş-dostlar yarışırcasına tabutu taşımaya çalışıyorlardı. Bende tabutun bir köşesinden tutmuş ıslak gözlerle düşüncelere daldım. Biraz sonra kendimi tabutun içinde hissetmeye başlamıştım. Sanki taşıyanda, taşınanda bendim. Kendimi meyyitin yani dedemin yerinde düşünmeye başladım. Bu şekilde taşlar yerli yerine oturuyordu. Ailede var olan babanın çocuğuna, kendi babasının ismini verme âdeti bana kısmet olmuş, bu sebeple ben dedemin ismini ve dolayısıyla soy ismini de taşıyordum. Yani tabutta ben vardım. Ve kendimi yaşayan ölü olarak görüyordum. Ölmüş olma hissiyle etrafıma bakıyordum. Gece sessiz bir şekilde sevenlerimin omuzlarında hafif ağlamaklı uğultularla son yolculuğuma uğurlanılıyordum.
Nihayet yeni kazılmış rutubetli mezara varmıştık. İki el ayaklarımdan iki el de omuzlarımdan tutmuş beni kaldırdılar. Koyuyorlardı beni… Hem de babam ve amcam kendi elleriyle iki metre kazılmış toprağın altına, bir çukura koyuyorlardı. Ayrıca bir o kadar kişi de mezarın üstünde olanları izliyorlardı. Üstelik gömme işlemlerini daha iyi nasıl yapmaları için ara ara telkinlerde de bulunuyorlardı babama ve amcama.
İçinde bulunduğum alemde; babamın oğlum dediği, bağrına bastığı ciğerparesini gömüyordu ama gerçekte ise babam, canından çok sevdiği babasını gömüyordu. Aman ya Rabbi bu nasıl olur! Bir insan sevdiğini nasıl olurda toprağa gömer. Gözlerimi bir babama birde bembeyaz kefeni içerisindeki dedeme, bir amcalarıma bir de benim gibi kabrin başında olanları seyreden köylülere çeviriyordum.
Olanları hayret ve ibretle izlemeye devam ediyordum. Ama artık kabrin üstünden değil sanki altından görmeye başlamıştım köylüleri. Artık mezara konulmuş ve terkedilmiştim. Babam ve amcam mezardan çıkar çıkmaz köylüler daha öncesinden hazırlamış oldukları küreklerle üzerime toprak atıp beni gömme yarışına girdiler. Sanki mezarında benim de toprağım olsun arzusuyla sıraya girmişlerdi. Dört beş kürek olmasına rağmen kürekleri kapıştırıyorlardı. Bunların arasında çok sevdiğim çocukluk arkadaşlarımdan tutun da amcaoğullarım ve amcalarıma kadar kimse ne oluyor demeden üstüme toprak atmaya devam ediyorlardı.
Nihayetinde üzerimde bir tümsek oluşuncaya kadar toprak saçtılar, imam telkinleri okumuş köylüler mezarlıktan ayrılmaya başlamışlardı. Ben o zamana kadar fazla korkmamıştım hatta başta insanların bana gösterdikleri ilgi ve benim için ağlaşmalar hoşuma gitmişti. Ama şimdi… Şimdi tek tek beni terk etmeye başladı tüm sevdiklerim. Bağırmak istiyordum. Beni burada yalnız başıma bırakamazsınız. Bu üç kat karanlık ve soğuk yerde beni nasıl da bırakıp gidersiniz diye. Ama nafile çünkü biliyordum ki duyan olmayacaktı. Zira artık farklı bir âleme girmiştim.
Annem, babam ve amcalarım bir müddet kaldıktan sonra dostlarının kollarına girmesiyle onlarda beni bırakıp gittiler. En çok da beni bağrına basan annemin, beni toprağın bağrında bırakması içimi yakmıştı. Üç kişinin, bir iki saat daha burada kalıp Kur’an okumasını istedi, yaşlı bir amca. O soğuk ve kapkaranlık gecede üçüncü bir kişi dahi kalmak istemedi mezarın başında.
Amcam Kur’an okuyor ben ise bedenen üste, manen mezarda toprağın altındaydım halen. Ve korktuğum başıma gelmişti. Çocukken isimlerini annemden öğrendiğim Münker ve Nekir adında iki heybetli melek karşıma dikilmişti. Sanki kabir bu âleme açılan bir kapı olmuştu. Korkudan tir tir titriyordum ama meleklerden değil korktuğum şey onların bana soracakları sorulara cevap veremeyeceğimdendi.
Ve nihayetinde sormuşlardı can alıcı sorularını: Gençliğini nerede tükettin? Etrafıma bakıyorum. Evet, soru banaydı. Bir ben bir onlar vardı sanki koskoca bir âlemde. Başka da hiç kimse ve hiçbir yardımcı da yoktu. Ama korkmuyordum artık, çünkü korkudan daha çok büyük bir mahcubiyet yaşamaya başlamıştım. Rabbimin bana verdiği o kadar nimete karşı ben nasıl olurda nankörlük etmişim. Nasıl olurda zamanımı, o kısacık dünya hayatımı boş işlerle harcamıştım. Derslerime, köy işlerine, anne babama ve akrabalarıma karşı sorumluluklarımı yerine getirmiştim ama nasıl olur da asıl yapmam gerekeni -asıl gönderiliş amacımı- Rabbime kulluğumu unutmuştum. Aslında hep yapacaktım, yarın veya ertesin gün demiştim, ama…
O kadar mahcuptum ki yerin dibinde olmama rağmen daha derinliklere girmeyi isterdim. Hatta keşke toprak olsaydım, ya da bir taş, bir ağaç… Ama bu mahcubiyeti yaşamasaydım. Susuyordum, tek kelime konuşamıyordum. Hiçbir bahanem ve özrüm yoktu çünkü. “Keşke” kelimesi beynime balyoz gibi iniyordu. O hızlı görülen hesap bana bir ömür gibi gelmişti.
Ve mahkeme-i Kübra hüküm vermiş kalemim kırılmıştı. İki melek koluma girip alev alev yanan ateşe götürüyorlardı beni. İnanamıyordum cehenneme gireceğime. Ama sürükletiliyordum… Bu sefer mahcubiyet yerine korkudan dudaklarım patlamış, yüreğim yerinden çıkacak gibi oluyordu. Zaman durmuştu sanki. O vâd edilen yere götürülüyordum. Dünyada çok basite aldığımız cehenneme…
Hatta dünyadayken bazen kendimi cehennemlik olarak görüyordum ama o kadar basite alıyordum ki bir tövbeyle günahlarımı silmeye dahi tenezzül etmiyordum. Şeytan bana hep “ya ahiret yoksa” diye vesvese verirken ben, bir defa dönüp “ya varsa” dememiştim. Evet, hak etmiştim ama girmek istemiyordum. Ancak nafile… Ayaklarım tutmuyordu, yerde sürüklenerek oraya götürülüyordum.
Cehennem ateşine iyice yaklaştırılmış, artık sıcaklığı beynimi yakmaya başlamıştı. Ve tam ateşe atılacakken şimşek hızında bir fikir geldi aklıma. Acaba buradan bir çıkış yolu yok mu? Bir kurtuluş? Bu gidişatımı tersine döndürecek, beni mahcubiyetten kurtaracak bir kurtuluş yolu diye.
Ateşe atılmadan önceki bağırışlarıma ve keşkelerime toprağın üzerindeki ben, “evet” dedi. “Seni cehennem ateşinden kurtaracak bir kurtuluş yolu var” dedi. “Sen daha yaşıyorsan ve pişmansan Allah sana ikinci bir fırsat vermiştir. Her aldığın nefes ve her geçen saniye sana verilmiş bir fırsattır” dedi kendim, kendime.
İşte o gece üzerimdeki gaflet toprağını silkelemiş ve yeniden dirilmiştim. Çünkü o gece kendime söz vermiştim. Hayatımı ve bilhassa gençliğimi Allah yolunda sarf edeceğime dair…
Sevgili okuyucu! Bu satırları okurken yaşadığına göre senin de elinde büyük bir fırsatın var. Çünkü cenneti kazanmak için en büyük fırsat bu dünyada daha yaşıyor olmaktır. Bu fırsatı hemen değerlendirmezsen yarın, hatta belki bir saat sonra dahi çek geç kalmış olabilirsin. Bu sebeple keşke dememek için kalk, üstünü başını temizle ve Rabbini an.
Abdulkadir Arutay