Bismihi sübhanehu
Göklerin yerin ve âlemlerin rabbi olan Allah’a hamd olsun. Göklerde ve yerde azamet ve Kibriya O’nundur. O Aziz ve Hâkimdir.
Muhterem kardeşlerim,
Konumuz, dergimizin önceki sayılarında bir kısmı neşredilen “ihlâs Risalesi”nin açıklanmasına dairdir. Kerim olan Rabbimizden dileğimiz odur ki Açıklanması ve şerh edilmesi haddimizin pek fevkinde olan bu meseleyi ele almamızı ihlâsımıza vesile kılsın. Âmin.
Hz. Üstad’ın ihlâsı kazanmak, muhafaza etmek ve ihlâsa mani şeyleri def’etmek için sunduğu düsturların dördüncüsüne devam etmeden önce ihlâsın ehemmiyetinin bir kez daha kısaca nazara verilmesinin faydalı olacağı kanaatindeyiz.
İhlâs yegâne kurtuluş vesilesi olup, yapılan amellerin sırf emr-i ilahi olduğundan dolayı yapılmasıdır. Ve kişinin Allah’ın vazifesi olan sonucu düşünmemesi ve ona karışmamasıdır. Bu manada “Bir zerre ihlâslı amel, milyonlar halis olmayan amele tercih edilir”[1]
İhlâs en büyük kazanç kapısıdır. Zira ferdi ve umumi Allah’a olan sevgi ve bağlılığın zirvesini temsil eder. Kul her bir harekâtını O zat-ı zülcelale has kılar ve “O’nun için” olmanın eşsiz tadına varır. O’nu sevmek, O’nun sevdiklerini sevmek ve O’na yakınlaştıran harekâtı sevmek… İşte halis kulların mayesi bunlardır. Allah’ın rıza kapısını ferde ve cemaate aralayan bu safiyet ve samimiyettir. İnsanların teveccühünü elinin tersiyle iten ve “O razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok” anlayışını bayraklaştıran ve özümseyen ferd ve cemaat hiç şüphesiz cemil olan Rabbin rızasına vasıl olacaktır.
İhlâslı kulların kazancına dair Kur’an-ı azim-üş şana biraz göz gezdirirsek şunları gözlemleriz: ihlâslı olanlar yeryüzünde şeytanın süslediği günahlardan uzak durup şeytanın azdırmasından korunmanın yanı sıra[2], Allah’ın acıklı azabından kurtulur[3], kötü akıbetten muhafaza olur[4] ve Allah’ın yoluna davet eden kimseleri yalanlayıp cehenneme odun olanlardan olmaz[5], yine Allah’a iftirada bulunup O’nu yanlış tanıyan ve bu nedenle cehennem azabına düçar olanlardan beri olur.[6]
Gelinen noktada dördüncü Düsturun mahiyetine Fihristten bakarsak; “Dördüncü düstur: Kardeşler arasında "tefani" sırrını, yâni "kardeş kardeşte fâni olmak" esasını ikame eder.
Ve ihlâsı kuvvetlendiren bir vasıtanın "rabıta-i mevt" olduğunu ve zedeleyen sebeblerin "riya ve tul-ü emel" gibi merdud hasletler olduğunu bildirir.
İhlası kazanmanın ikinci sebebi; daima huzur-u İlahîde olduğunu düşünmektir. Bu suretle hem riyadan kurtulma çaresini, hem kazanılan ihlâsta çok meratib olduğunu beyan eder.”[7]
Bu şekilde ihlâsın ehemmiyetine yer verdikten sonra İhlâs Risalesi’ne kalınan yerden devam edelim:
“Ey hizmet-i Kur'aniyede arkadaşlarım!
İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir (etkin ve tesirli) bir sebebi, Rabıta-i Mevttir. Evet ihlâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tûl-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yâni: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desîselerinden kurtulmaktır. Evet ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur'an-ı Hakîm'in “Muhakkak ki sen de öleceksin onlar da ölecekler”[8] “Her nefis ölümü tadacaktır” gibi Âyetlerinden aldığı dersle, râbıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tûl-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o râbıta ile izale etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmare o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu râbıtanın fevâidi (faydaları) pek çoktur. Hâdiste "Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!"[9] diye bu râbıtayı ders veriyor. Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmağa mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikata uygun gelmiyor. Belki âkîbeti düşünmek suretinde, müstakbeli zamân-ı hâzıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zamân-ı hâzırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayâle, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşâhede eder, ihlâs-ı etemme (tam bir ihlasa) yol açar…”[10]
Burada hitabın Kur’an Hizmetinde bulunan kardeşlere olması gerçekten manidardır. Zira manevi hastalıklara karşı en ziyade cemaat ehli kardeşlerin dikkatli olması elzemdir. Çünkü onlar kendi nefislerini bir dereceye kadar ıslah etmiş ve ihtiyaç sahiplerinin, manevi hastaların yardımına talip olmuşlardır. Bunu da ancak eşsiz eczaları ve ilaçları muhtevi bulunan Kur’an vasıtasıyla yapabileceklerdir. Bu yüzden ilkin onlar ihlâsı kazanmalı ve muhafaza edebilmelidirler ki hem asıl gaye olan rıza-i ilahi hâsıl olsun hem de hizmet içindeki kardeşlerin manevi irtibat ve koordinelerine bir zarar gelip hizmet sekteye uğramasın. Kardeşlerin bu husus üzerinde durarak hizmet ve Kur’an öğelerinin gereklerini yerine getirmelerine çok çok ihtiyaç vardır. Hem bariz bir hakikattir ki “Kendi nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.”
RABITA-İ MEVT VE TUL-İ EMEL
Sonra Üstad ihlâsı kazandıran ve muhafaza ettiren ilk ve en tesirli sebep olarak rabıta-i mevti zikreder. Bu bir nevi ölümle bağ kurma, ölüm gerçeğiyle hemhal olma durumudur. Rabıta-i mevt; İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en etkili bir sebebi, Ehl-i tarikatın ve bilhassa Nakşîlerin dört esasından biri ve en te’sirli olanıdır. Rabıta-i mevt, “ölmeden evvel ölünüz” manasının yakalanmasıdır. Hem tarikat ehli olanlar; hem de hakikat ehli olanlar ihlâsı kazanmada, muhafaza etmede ve sair terakkiyatlarında buna tevessül etmektedirler. Kur’an’ın mezkûr iki ayetinden süzülen bu esas kula ihlâsı kazandırır ve onu riyadan, görsünler-bilsinler, diye yapmaktan uzak tutar. Ancak cemaat bünyesinde Kur’an hizmetini icra eden kardeşlerin; yani zamanın cemaat zamanı olduğu bilinciyle hakikat yoluna süluk edenlerin Rabıta-i mevti ehl-i tarik olan kardeşlerin rabıta-i mevtinden bir derece farklılık arzeder. Tarikat ehli olanlar hayalen öldüklerini, yıkanıp kabre konulduklarını düşünerek zihin dünyasında bu durumu yaşayıp dünyaya bağlayan uzun arzu ve emellerinden sıyrılmaya çalışırlar. Biz ehl-i hakikat ve cemaat ise ölümü hayal etmekten öte “gerçekleşmesi muhakkak olan gerçekleşmiş gibidir” kaidesince fikren ölümümüzü; yani katiyen inkâr edilemeyecek olan bu hakikati görür ve tul-i emel diye tabir edilen kulu dünyaya bağlayan ve riyaya sevkeden kalb hastalığından kurtuluruz. Tul-i emel, hırs, açgözlülük, tama; bitmez tükenmez hırs ve arzu anlamında bir kavramdır. İnsanın hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya aşırı bir şekilde bağlanması hastalığıdır. Bunun zıddı olan "kasr-i emel" ise kanaat ve tok gözlülük olup, insanın hemen ölecekmiş gibi ahiret için çalışmasıdır.
Hadisin işaretiyle de “Her hatanın başı dünya sevgisi” olduğundan şüphesiz tul-i emel tabir edilen hastalığın da en önemli ve birinci sebebi dünya sevgisi, dünya zevklerine düşkünlük ve dünyanın geçiciliğine aldanmaktır. Bir diğer sebebi de cehalettir. Zira cehalet gaflet sebebidir ve kişiye cesaret vererek onu çürümeye, bitip tükenmeye mahkûm varlıklara bel bağlamaya iter. Hadis-i şeriflerde Efendimiz’in (a.s.v) “ümmetinin uzun emele dalmasından ve nefislerinin hevâsına uymalarından korktuğu”nu buyurduğu rivayet edilmiştir. İşte Rabıta-i mevt ile hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeş ölümünü müşahede edecek; hem bunun gibi asrının ve dünyanın da öldüğünü görerek Hz. İbrahim gibi “La uhibb-ul afilin” diyecektir. Hem nefsi hem de dünya yüzündeki bu fena damgasını gören İslam davetçisi bu şekilde Allah’tan gayrısına teveccüh etmeyecek ve bu da onu ihlâsa sevkedecektir.
Evet, “Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fani dünyaya riyakârane bakması acınacak bir hamakattir (ahmaklık ve düşüncesizliktir)” ve de “Eğer nefsine talip isen / çürüktür hem temelsiz de / eğer afakı ister isen / fena damgası üstünde”[11]… Hem Resulullah(s.a.v) şu mübarek sözleriyle de rabıta-i mevti övmüştür: “Gece ve gündüz ölümü hatırlayan kimse, kıyamet günü şehîdler yanında olacaktır.” Yine bir başka hadis-i şeriflerinde Efendimiz(s.a.v) buyurmuşlar: “Cennete gitmek isteyen, uzun emel sâhibi olmasın. Dünya işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Haram işlemekte Allah’tan hayâ etsin.” Hem şu ayet-i kerime de gafillerin karşılaşacağı acıklı sonucu resmedip tul-i emel tabir edilen hastalıktan sakındırmıştır: “Bırak onları yesinler, zevk alsınlar; çeşitli emeller onları avundursun; (kötü sonuçlarını) ileride öğrenecekler.”[12]
O halde madem dünya ve ona ait olanlar fanidir; hem madem bizi bırakıp gidecekler; bel bağlamanın, yaslanmanın ne anlamı olabilir ki… İşte Ehl-i hakikat ve cemaat olan davetçi Müslüman bu bilinçle tam bir ihlâsa kendini mecbur bilecek ve dünyanın aldatıcı metasına, riyasına perestiş etmeyerek rabbe ram olacaktır.
Üstadımıza kulak vermeye devam edelim:
İkinci Sebeb: Îmân-ı tahkikînin kuvvetiyle ve mârifet-i Sânii netice veren masnuattaki tefekkür-ü îmânîden gelen lemeat ile bir nevi huzur kazanıp, Hâlik-ı Rahîm'in hâzır nâzır olduğunu düşünüp, O’ndan başkasının teveccühünü aramıyarak; huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak o huzurun edebine muhalif olduğunu düşünmek ile o riyadan kurtulup ihlâsı kazanır. Her ne ise… Bunda çok derecât, merâtib var. Herkes kendi hissesine göre ne kadar istifade edebilse, o kadar kârdır. Risale-i Nur'da riyadan kurtaracak, ihlâsı kazandıracak çok hakaik zikredildiğinden ona havale edip, burada kısa kesiyoruz.”[13]
Burada Üstadımız hazretleri Kur’an hizmetinde bulunan davetçi kardeşleri ihlâsa sevkeden bir başka sebep olarak imani tefekkür neticesinde hâsıl olan halleri zikretmiştir. Evet, tefekkür verilmiş olan aklın ve sair bazı cihazatın şükrü mahiyetinde olup; nimete bakıldığında nimet verenin, sanata bakıldığında sanatkârın ve sebeplere bakıldığında da bunlara tesir eden zatın düşünülmesi ve hatıra getirilmesidir. Kur’an-ı Kerimi dinleyelim: “Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: ‘Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın, layık olmadığın şeylerden seni yüce tutarız. Bizi ateşin azabından koru’ derler.”[14] Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Çokça tefekkür edin”[15] ve “Bir anlık tefekkür yetmiş senelik nafile ibadetten hayırlıdır” buyurarak ihlâsa sevkeden bu ibadetin önemine işaret ederek teşvikatta bulunmuşlardır.
“İmani tefekkürün” yanında kişiye huzur verip, ona Allah’ın daima hazır ve nazır olduğunu idrak ettiren, bu nedenle Allah’tan başkasının teveccühünü ve ilgisini aratmayan ve Kur’an hizmetkarı davetçiyi riyadan kurtarıp, ona ihlası kazandıran önemli bir öğe de “imanı tahkikinin” kuvveti olarak zikredilmiştir. Burada dikkatimizi çeken en önemli husus Kur’an hizmetinde bulunan kardeşlerin tahkiki imana sahip olduklarının yansıtılmış olması ve imanın bu derecesine yapılan teşviktir. İman mevzusu ve hususan tahkiki iman bahsi çok önemli olduğundan, yer darlığı nedeniyle Hz. Üstad’ın birkaç sözüyle bu konuyu kısaca nazara vererek yazımızı noktalayalım:
“İman, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi, bir vesvese veya şübheye düşürtemez.”[16]
“…en mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir, imanı takviye etmektir, imanı kurtarmaktır. Her şeyden ziyade imanın esasatıyla meşgul olmak kat'î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir.”[17]
Tahkiki iman bu zamanda fazlasıyla lazım olduğundan şüphesiz böyle bir imanın taşıyıcısı olan Kur’an hizmetkârı bu noktada en ziyade Risale-i Nurlar’dan bu dersini alacaktır. Üstad’ın deyimiyle Risale-i Nur: “…taklidî imanı tahkikî imana çeviriyor; insanı salâbetli ve kuvvetli bir müslüman, ilmiyle amel eden bir mü'min-i kâmil olmaya doğru götürüyor. Menhus, pis zevklerden nefret ettirip vazgeçiriyor. En ulvî ve en temiz, ebedî ve sermedî zevk ve hazlar verecek hareketlere sevkediyor.”[18]
Tahkiki imanın kuvvetiyle yüce sanatkârın sanatından marifete merdiven dayamış ve bununla huzur bulmuş ve Allah’ı, “Elbette Rabbin hep gözetlemektedir”[19] hakikatiyle daima yanında hazır ve nazır hissederek, O’ndan başkasının teveccühüne teşebbüs etmeyen ve edebini muhafaza ederek ihlası kuşanan Kur’an Hizmetkarlarına selam olsun. Aciz kardeşinize dua istirhamıyla. Fiemanillah…
İnzar Dergisi
[1] Lem’alar, 17.lem’a
[2] Hicr S.: 40, Sad S.: 83
[3] Saffat S.: 40
[4] Saffat S.: 74
[5] Saffat S.: 128
[6] Saffat S.: 60
[7] Lem’alar, Fihrist
[8] “Her nefis ölümü tadacaktır.”(Al-i İmran–185, Enbiya–35, Ankebut–57, mealen)
“Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler” (Zümer–30, mealen)
[9] Tirmizi, Zühd–4; Nesei, Cenaiz–3; İbn-i Mace, Zühd–31
[10] İhlâs Risalesi, Dördüncü Düstur’dan
[11] Bediüzzaman
[12] Hicr S.:3
[13] İhlâs Risalesi, Dördüncü Düstur’dan
[14] Al-i İmran S.: 191
[15] Cami’üs sağir, 5:56
[16] Sözler, s.749
[17] Konferans, 9
[18] Nur'un İlk Kapısı 196
[19] Fecr S.:14