Saltanat yönetimlerinin İslam dünyasına hâkim olduğu dönemlerde Asya kıtasında yaşayan bir padişah vardı. Padişah çok büyük bir ülkeye hükmediyordu. Askerlerinin, saraylarının, cariye ve kölelerinin haddi hesabı yoktu.
Padişahın ihtişamlı saraylarından birinde biricik oğlu yaşıyordu. Padişahın başka çocuğu yoktu.
Prens, babasının şımartmasıyla sorumsuz bir hayat sürdürüyordu. Eğlenceden, zevkten başka bir şey bilmiyordu. Emrindeki adamlarıyla kırlara, çöllere çıkıyor, avdan ava koşuyordu. Hastalık, dert, üzüntü nedir bilmiyordu.
Bir gün prens, askerleriyle ava çıkmak için saraydan ayrıldı. Yolda bir kafileye rastladı. Bu bir cenaze alayıydı. Kafiledeki kadınlar, çocuklar feryat ediyor, erkekler üzüntüyle gözyaşı döküyorlardı.
Prens bu garip olayı ilgiyle seyretti. Sonra yanındaki adamlardan birine sordu:
-Nedir bu? İnsanlar neden ağlıyorlar?
-Genç bir adam ölmüş, insanlar ona ağlıyorlar efendim.
– Ölüm de ne demek oluyor?
– Prens hazretleri, insanlar hastalanınca ölüyorlar
Prens kızgınlıkla bağırdı:
-Senden hiçbir şey anlamıyorum! Hastalık da ne demek? Ölüm, hastalık, bunlar ne biçim şeyler?
Adam, prensi ürkütmemeye çalışarak:
– Efendimiz! Dedi. İnsanlar doğduktan sonra büyürler. Bu esnada bazı sıkıntılarla karşılaşırlar. Mesela bazılarının mideleri ağrır, bazılarının başlarına ağrı girer, bazılarının kalbi iyi çalışmaz. Ne bileyim? İnsanların bazı çeşitli sebeplerden ötürü organları iyi çalışmaz. Gözleri, kulakları, el ve ayakları iyi iş görmez. İşte biz buna hastalık deriz. Bazen hastalıklar o kadar ilerler ki insanın tüm organları canlılığını yitirir. Kalp durur. Göz görmez. Kulak işitmez. Buna da ölüm deriz.
Prens büyük bir şaşkınlık içinde:
– Ya! Diye mırıldandı. Bu genç adamın hiçbir organı çalışmıyor şimdi, öyle mi?
– Evet efendimiz!
– Yani ölmüş!
– Evet…
Prens atından aşağı atladı.
– Şu ölü adamı görelim hele! Dedi. Bakalım ölüm nasıl bir şey?
Prensin tabuta doğru geldiğini gören cenaze alayı saygıyla geri çekildi. Tabutun içinde genç, yakışıklı bir adam yatıyordu. Gözleri kapalıydı. Göz kapaklarının üstü morarmıştı. Yüzü sapsarıydı. Vücudu uzamıştı. Korkutucu bir görünüşü vardı. Cansız bir eşya gibi, bir taş gibi öylece kıpırtısız duruyordu.
Prens, ölü adamın çıplak koluna dokundu. Ürpertiyle geri çekildi. Ölünün vücudu buz gibiydi. Prens:
-Bir taş gibi soğuk! Diye mırıldandı. Bu adam bir daha canlanmayacak mı? Konuşamayacak, yürüyemeyecek mi?
-Hayır prensimiz…
-Ne yapacaklar o zaman?
-Çürümeye terk edecekler.
-Anlayamadım…
Hizmetkâr, üzüntüyle genç adamın ölüsünü gösterdi:
-Bu gördüğünüz ölüyü toprağın altına gömecekler. Orda birkaç gün sonra kokmaya başlayacak. Sonra çürüyecek toprağa karışacak.
-Yani yok olacak!
-Evet, efendim, zamanla kemikleri bile kalmayacak.
Prens dehşete düşmüştü; korkudan titreyerek konuştu:
-Bu ölüm denilen şey herkesin başına gelecek mi?
-İstisnasız herkesin…
-Yani krallar, padişahlar, sultanlar, prensler ve prenseslerde mi ölecek?
-Bu dünyada yaşayan bütün canlılar ölümü tadacaklar efendimiz.İnsanlar, hayvanlar, hatta bitkiler bile ölecekler…
Prens, adeta nefesi tıkanır gibi:
-Ben de mi ölümü tadacağım? Diye bağırdı.
Hizmetkâr üzüntüyle boynunu büktü. Yutkuna yutkuna:
-Ne yazık ki evet efendimiz! Diye fısıldadı.
Prens adeta çıldırmıştı. Hizmetkârın yakasından tutarak kendine çekti. Ordaki insanların, av arkadaşlarının korku dolu bakışları altında haykırdı:
-Ben de bu adam gibi ölecek miyim yani?
-……
-Konuşamayacak, yürüyemeyecek, gülemeyecek, eğlenemeyecek ve avlanamayacağım öyle mi?
-……
– Bir gün gelecek şu adam gibi beni de toprağa gömecek, çürümeye terk edeceksiniz ha?
Hizmetkâr ağlarcasına inledi.
-Maalesef efendimiz, maalesef!
Prens elleriyle yüzünü kapattı. Ağlayarak:
-Şu güzel yüzüm, pırıl pırıl saçlarım, yere değdirmekten çekindiğim ellerim çürüyecek, toprak olacak!! Dedi. Hayatın ne anlamı var ki o zaman? Eğlenmenin, avlanmanın ne anlamı var? Her şey boş, her şey anlamsız!
Prens av partisini yarıda kesti. Hemen sarayına döndü, odasına kapandı. Günlerce, haftalarca odasından çıkmadı. Kendisiyle görüşmek isteyenleri yanından kovdu, yemekten, içmekten kesildi.
Prens derin bir üzüntüye, umutsuzluğa kapılmıştı. Hayattan, insanlardan küsmüştü. Hiç bir yiyecek ona tat vermiyordu. Saray ona zindan gibi geliyordu. Kafası hep ölümle meşguldü. Nereye baksa ölümü görüyordu.
Prens sonunda hastalandı. Yataklara düştü. Padişah oğlunun durumunu öğrenince apar topar onun kaldığı saraya geldi. Ülkenin dört bir tarafından hekimler, bilginler getirtti.
Ama nafile… Prens iyileşmiyordu. Gün geçtikçe durumu kötüleşiyordu. Artık herkes ona ölecek gözüyle bakıyordu. Yaşam sevincini yitiren genç prens kendini ölümün kollarına bırakmak üzereydi.
İşte böyle zor, kötü günlerin birinde prens bir rüya gördü. Rüyasında çok güzel bir bahçenin içinde dolaşıyordu. Hayatında böyle güzel, böyle göz kamaştıran bir bahçe görmemişti. Ama bahçenin güzelliği prensin hiç ilgisini çekmiyordu. Prens üzgün bakışlarla bahçeyi seyrediyordu.
Prens bahçede böyle dolaşırken çok güzel bir kızla karşılaştı. Kızın güzelliği karşısında insanın dili tutuluyordu.
Lakin Prens kıza da ilgi göstermedi. Güzel kız, prensin duygusuzluğu karşısında şaşırmıştı. Prense tatlı tatlı bakarak:
-Bahçe hoşuna gitmedi mi? Diye sordu.
Prens üzgün bir sesle:
-Hoşuma gitse ne olacak ki? dedi. Bir müddet sonra ben ölüp gideceğim nasıl olsa…
Güzel kız hemen itiraz etti:
-Yanılıyorsun! Burada ölüm yoktur. Burada her şey sonsuza kadar var olur. Bu gördüğün bahçe sonsuza kadar öyle kalacak. Ben sonsuza kadar yaşayacağım. Burada ölüm olmaz! Ölüm dünyada olur.
Prens şaşkınlık içinde bağırdı:
-Burası dünya değil mi?
Güzel kız gülerek cevap verdi:
-Hayır, buraya cennet adı verilir!
-Cennet ha!
-Evet, cennet… Burada ölüm, hastalık, yaşlılık, açlık, üzüntü yoktur. Burada sonsuz bir güzellik vardır.
-Peki, sen kimsin?
-Ben mi? Ben huriyim!
-Huri mi?
-Evet, cennet hurisiyim ben. Allah beni Müslüman erkeklere hizmet etmem için yaratmış.
Prens, Allah adını daha önce hiç duymamıştı. Merakla:
-Allah da kim? Diye sordu.
Huri:
-Allah, tüm varlık âleminin yegâne yaratıcısıdır. Bu cennetin, benim, senin, dünyanın sahibidir O! Her şeyi O yoktan var etti.
Prens, büyük bir özlemle içini çekti:
-Keşke ben de burada, yani cennette yaşasaydım! Ne kadar hoş, ne kadar düzel olurdu!
Huri gülümseyerek:
-Sen de cennete yaşayabilirsin, dedi.
Prens mutlulukla el çarptı.
-Yaşasın!
-Ama bir şartla…
Prens birden durdu. Endişeyle:
-Ne şartıymış bu? Diye sordu.
-Buranın sahibini sever, ona kulluk edersen ancak cennete girebilirsin. Allah, Cenneti Müslüman kadın ve erkekler için yaratmıştır. Cennete sadece Müslümanlar, yani Allah’a teslim olanlar girebilirler.
Prens birden uyandı. Yüzü sevinçle parlıyordu. Yanaklarından gözyaşları süzülürken şöyle mırıldandı:
-İyi bir Müslüman olacağım! Cennetin sahibine tüm benliğimle bağlanacağım ve Cennete gireceğim!
O günden sonra prens iyi bir Müslüman oldu. Dünya zevklerini elinin tersiyle itti. Allah’ın büyük dostları arasına girdi.