Cizre’deki olaylar kameraların önünde gerçekleştiği ve kamuoyunca her şeyi detayıyla bilindiği halde BDP/PKK’liler zeytinyağının üste çıkma misali, olayı Müslümanların üzerine yıkmaya çalıştılar. Bu onların yapabildikleri en iyi işleri… Tıpkı bazı internet sitelerinde 1992 yılında Mardin Nusaybin ilçesinde meydana gelen ve 22 insanın mazlumca katledilmesine sebebiyet veren olayın baş mimarları kendileri olduğu halde şeytani bir hinlikle bu olaydan da Müslümanlar aleyhinde bir düşmanlık peydahlanmak istedikleri gibi… Oysa dediğim gibi bu olayın birinci derecede sorumluları kendileriydi. Nerden biliyorum diye sorarsanız hem o gün hem de bir önceki gün Nevruz etkinliklerinin içinde yer almıştım.
1992’nin Nevruzu idi. O zaman ortaokul üçüncü sınıfa devam ediyordum. PKK’nin düzenlediği Nevruz etkinliğine daha önceki etkinliklerde olduğu gibi bu etkinliğe de katılmıştım. Etkinlik şimdiki Hükümet konağının olduğu alanda yapılıyordu. Nevruz günü hafif yağmur yağıyordu. Yerler çok olmasa da insanı rahatsız edebilecek kadar çamur olmuştu. Bu kadar detayı hatırlamamın nedeni, o gün yanımda bulunan ARGK kolluklu bir tanıdığım yağan yağmurdan Allah-u Teâlâ’ya kalbinde zerre kadar imanın olmadığını gösterecek şekilde sitem etmesiydi. Ben onunla aynı yerde bulunmaktan çocuk yaşta olmama rağmen aşırı bir rahatsızlık duymuştum.
Nevruz etkinliğini her zamanki ritüelleriyle kutladıkları halde polis sadece panzerlerden meydanı kameralara kaydetmekle yetindi. Ve herkes dağıldı.
Akşam vakti zamanın İçişleri Bakanı İsmet Sezgin(yanlış hatırlamıyorsam), Nusaybin halkına Nevruzu olaysız kutladığı için teşekkür etti. İşte bu teşekkür her şeyi tetikleyen kurma koluna dönüştü. İsmet Sezgin’den teşekkür almayı bir hakaret saydı Nusaybin’in PKK’li yöneticileri. Ertesi gün tekrar halkı sokağa dökeceklerini duyurdular. İsmet Sezgin’in teşekkürü ile malum grubun tepkisini yan yana koyan halk bunu “birkaç ölüm olmadan olmaz” olarak algıladığı için bir velvele başladı. Ama açıkçası halkın yapabileceği bir şey de yoktu. Tek çare “Ya Rabbi ölen biz olmayalım” duası idi.
PKK yöneticileri bu meseleyi o kadar gurur konusu yapmışlardı ki daha sonraları sığınakta öldürülen özel ekiplerini dahi sahaya indirdiler. Ve bu ekip halkı sokağa dökme konusunda merhametin ‘m’sini dahi göstermedi. Benim gözlerim önünde Lokman kod adını kullanan ve daha sonra sığınakta öldürülen özel ekip elemanlarının, “Keko derguşa mı (ağabey, (bebeğini kastederek) beşiğim)” diye yalvaran tülbentli bir yeni geline, “gelirsem seni de beşiğini de …” diyerek galiz küfürler savurduğunu bugün yapılmış gibi hatırlıyorum.
Çaresiz halk bir önceki gün Nevruzun kutlandığı alana sürüldüler. Ama bu sefer yolları o zaman henüz bağlantı yolları tamamlanmış köprünün üzerinde polis panzeri tarafından tutulmuştu. Ben de Çağçağ nehrinin hemen yanında yapılmış olan caminin köprüye yakın köşesinde özürlü bir ailenin gecekondusunun bulunduğu köprü tarafında idim. Panzerdeki polis yetkilisi megafonla halka dağılmalarını söyledi. “Ben sizleri uyarmak için buradayım. Eğer dağılmazsanız ben geri çekilirim ve arkada duran panzer geldiği zaman sizleri uyarmayacak. O yüzden dağılın!” dedi. Ses tonu o kadar emindi ki halkın içerisinde bir uğultu başladı. Hatta yönlerini geri çevirme cesaretini bile kendilerinde bulacak kadar korkmuştular polisin uyarısından. Ama bu sefer de yolları, başları poşulu ARGK kollukları tarafından kesilmişti. Hatta içlerinden birisi üzerindeki deri montun zincirini aşağı indirerek mp5’ini halka göstermiş ve “geri adım atan alnına kurşunu yer” diye tehditler savurmuştu. Çaresiz halk ne ileri gitmeye ne de geri dönmeye cesaret edemedi.
Halkın dağılmadığını gören panzer geri çekildi ve sözünü ettiğim ölüm panzeri geldi. Ürkütücü tiz bir ses çıkararak son sürat halkın arasına daldı. Yollardaki çukurlara dolan yağmur sularının arabaların tekerlekleri tarafından savrulması gibi halk, panzerle savruldu. Panzerin ezmesinden kurtulabilen kendini baharda coşan Çağçağ nehrinin sularında buldu. Çoğunun cesedi sınırda nehre çekilen tellere takılı halde bulundu.
İşte bu olayı bile mazlumca öldürülmüşlerden birinin eşi üzerinden Hizbullah Cemaatine veya başka Müslümanlara ihale etmeye çalışıyorlar. Oysa olayın aslının anlattığım şekilde olduğunu o zaman Nusaybin’de olan herkes biliyor.
Bu tür iftiralarla Müslümanların önünü keseceklerinin hesabını yapıyorlar. Birçok denemelerinin sonuçsuz kalmasına rağmen halen ısrarla bu yöntemde ısrar ediyorlar, zira bildikleri başka bir yöntem yok. Ama başta da dediğim gibi en az su kadar aziziz. Su eninde sonunda mecrasına kavuşur ve mecrasında akar.